“Hukuk” ve “nizam” kavramları insanın var olduğu günden beri
mevcut iki kavramdır. İnsanlara bir vasat sağlayan, bu vasatın kaidelerini
inşaa ederek “belirliliği” tesis eden, belirlilik neticesinde “güvenliğini”
muhafaza eden insan tüm bunları şüphesiz ki “hukuk” sayesinde
gerçekleştirmektedir.
Hukukun muhataplarını çeşitli kategorilere ayırmak
gerekirse: hukukun aralarındaki nizamı muhafaza etmeye çalıştığı vatandaşlar,
hukukun uygulayıcısı olan hâkimler, hâkime hukukun uygulanması konusunda ve
vatandaşa hakkını arama hususunda yardımcı olan avukatlar, hukuk teorisiyle
ilgilenen bilim adamları ve nihai olarak hukuk kurallarını (=kanun)
belirleyenler yani kanun koyucular başlıkları açılabilir. İlk dört başlık başka
yazıların mevzuu olmakla birlikte bu yazıda kanun koyucular incelenmeye
çalışılacaktır.
“Yetmiş iki millete bir gözle bakmayan
Halka müderris olsa da Hakk’a asi olur!”
Hukuk, adaleti tesis etme amacına özgülenmiş tatbiki ve
nazari bir disiplindir. El hak diğer bütün disiplinler gibi hukuk disiplininin
de süjesi ve objesi insandır.
Kanunun muhatapları ve uygulayıcıları, yine kanun tarafından
belirlenmesi hasebiyle, hukuk disiplininin konusudur. Ancak “kanun koyucu”
sıfatını taşıyan kişiler hukuk disiplininin değil “hukuk felsefesinin”
konusudur. Zira kanun koyucular, kanun koyma faaliyeti ile hukuk disiplinin
faaliyetini de başlattıklarından; kanun koyucuların hukuk disiplininin konusu
olması kronolojik olarak imkânsızlaşmaktadır.
Kanun koyucuların faaliyetleri neticesindedir ki mer’i hukuk
meydana gelir ve gerek hukuk uygulayıcılarının ve gerek hukuk teorisyenlerinin faaliyet
alanı başlar. Bu sebepledir ki kanun koyucuların mesuliyeti ve vatandaşların
beklentileri artmaktadır.
Kanun koyucuda bulunması gereken onlarca haslet varsa da
bunların hepsini yazmaya ne liyakatimiz ne de vaktimiz vardır. Ancak en
temelden başlayarak yazmaya çalışırsak kanun koyucu evvelen “insan”dır. Bu
insan olma bilinci şu sebeple mühimdir ki: İnsan; gerek felsefi, gerek ilmi ve
gerek dini öğretilerin hepsinde kâinatın en önemli unsurudur. Ancak kâinat
karşısında mevcut bir “hakikat” idesinin varlığı düşünüldüğünde rahatlıkla
söylenebilir ki insan kâinattaki değerinin aksine hakikatte pek değersiz bir hâl
alabilir. İşte bu “hakikat” mikyasınca değersiz olabilecek insan, kâinattaki
değerini göz önünde bulundurarak kendini (fr. ego) “varlığın” merkezi
zannetmeye başlar. Burada insanın gözden kaçırdığı bir nokta vardır ki o da kâinatın
hakikatte değerinin ne olduğunu sorgulamamasıdır.
Tevrat’ta belirtildiği üzere söz söylemeye kadir olmayan
insan hukuk kaidesi koyarken bu hakikati göz ardı ederse amaçlanan adaleti
sağlamak bir yana adaletsizlik dahi söz konusu olabilir. Zira hatasız kaide
koyduğunu zanneden kanun koyucu kendisini de hatasız zannetmeye başlayacaktır.
İnsanlığının farkında olan kanun koyucu durumları tespit,
teşhis, tenkit ederken yani koyacağı kaidenin gerekçesini tespit ederken
olayları analiz etmek için bir bakış açısı (ing. Stand point) belirlemelidir.
Kanun koyma faaliyeti (ing. Codification) neticesinde aslında
arasında bir astlık üstlük ilişkisi olmayan, eşit statüdeki kişilerin,
birbirlerinin hareketlerini sınırlandırması yetkisi ve beraberindeki
sorumluluğu cemiyetin maşeri vicdanında oluşmuş teamüli bir kaideye
dayandırılmazsa otorite tanımazlık mukadder olacaktır.
Kendinin farkına varan kanun koyucunun ikinci olarak idrakinde
olması gereken muhatabının niteliğidir. İşte tam bu noktadadır ki Hazret-i
Yunus’un beyti genel geçer bir kaide ortaya koymaktadır: “Yetmiş iki millete
bir gözle bakmayan/ Halka müderris olsa da Hakk’a asi olur.”
“Yetmiş iki millete bir gözle bakmak” tabiri çok ananevi ve
latif gibi gözükse de hakikatine nüfuz edilmeye çalışıldığında oldukça zor bir
hâldir. Bunun için bütün şartlanmaların (fr. Conditionné)
kırılması ve yasa koyucuların hakikati mümkün
olduğunca asli hali ile görebilmeleri ve anlayabilmesi gerekmektedir. Ancak bu
şekilde hakikatin künhüne vakıf olabildikleri nispette eksik, hatalı ve kusurlu
“yasa” koyulmayabilir; bu yasa koyucuların akıl ve gönüllerinin birlikte tasdik
ve tayin ettiklerinin yasalaşmasını sağlar.
Bunun yanında “yetmiş iki millet” tabiri milletlerarası bir kavram
gibi algılansa da; esasen “mikro kozmos” olan insanların her biri birer
millettir. Bu açıklama şöyle bir sonucu doğurur “yetmiş iki millet” tabiri ile
kastedilmek istenen “herkes” kavramıdır. Sual: “herkes” kavramının içine kimler
girer? El cevap: Kanun koyucunun kendisinin de için de bulunduğu ve koyduğu
kanundan etkilenen herkesi içine alan bir kavramdır “herkes” kavramı.
Yetmiş iki millete bir gözle bakılmadan, insan hakikatini
anlamak ve nizamı sağlamak mümkün değildir. Zira, bu bakış açısına sahip
olamayan kişi bazı meselelere tarafgir bakacaktır. Bazı meselelere tarafgir
bakan kişi de adaleti tesis edebilecek evrensel geçerliliği olan yasaların
çıkarılmasını sağlayamaz.
Adalet kavramı insanın dışındaki bir olgudur. Meselelere
sadece kendi zaviyesinden bakanın adalet tesisi imkânsızken; muhtemel bütün
zaviyelerden bakmayanın adalet tesisi de noksan olacaktır. Bugünkü tabirle
ifade edecek olursak meselelere “objektif” gözle bakmadan adalet tesis
edilemeyecektir.
Sorumluluğunun farkında olmayan, yetkisini suiistimal eden
kanun koyucular; cemiyetin top yekûn helakine sebebiyet verirler. Bu netice
belki kısa sürede, belki uzun sürede gerçekleşir ama muhakkak gerçekleşir.
Belki koyulan gayrî adil kanunlar bir cemiyeti helâk etmez ama kendi aleyhine
olan kanunu koyan kişileri yetiştirmek bir helâke kâfidir.
İşbu sebeplerle her ne kadar Hz. Yunus mezkûr beyti
açıklamaya çalıştığımız bağlamda (ing. Context) zikretmemişse de hukuk
zaviyesinden bir tahlil yapıldığında bu neticeye ulaştık. Sözün hikmeti bu
neticenin de çıkarılabilmesini sağladı desek yanılmış olmayız. İşte Hz. Yunus’un
kelâmı ayarında kelâm söyleyebilmelidir ki kanun koyucular, koydukları kanunun
âlemşumüllüğünden ve cârîliğinden bahsedilebilsin. Bu tür yasalar, ancak aklı
ve gönlü haktan başka bir şey görmeyen, kendisini hak karşısında yok olduğunun
şuurunda olanların iradeli faaliyetleri sonucunda gerçekleşebilir.
Hem iç âlemlerinde, hem dış âlemlerinde (zahirlerinde ve
batınlarında, kimliklerinde ve benliklerinde) saf, şeffaf ve berrak olabilenler
ancak gerçeğin varlığını ve anlamını keşfedebilirler. Bu bakış ve görüştür ki,
tezahürlerin içindeki asli olana mutabık yasaları keşfedebilir. Bu keşifler
sayesinde varlığın görünüş ve anlamının künhüne vakıf olabilirler. Bu iş,
kendini asli varlık karşısında ihlâs ile arındıran, durulaştıran ve
berraklaştıran, kısaca kendini bilenlerin harcıdır. Bu kimseler, kendi
sınırlılıklarını bilen, bunun koydukları yasalara etki etmesini önleyebilen,
adeta kör, sağır ve işitmez bir varlığa dönüşen, başka ifadeyle kendi benliğini
ve kimliğini asli olanda erittiği için görünmezleştirenlerin yasaları olur. Bu
tür yasa koyucuların kanunlarına rıza gösterilir, serbest iradeyle itaat edilir
ve teslim olunur.
*Rengahenk Dergisi Yunus Emre Özel Sayısı'nda yayınlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder