80 öncesi dönemle karşılaştırıldığında hem yaşın hem de yaşanan şartların ortaya çıkarmış olduğu şartlar nedeniyle bir aksiyon kaybı yaşandığını inkar edemeyiz. Ancak orta yaşlı ağabeylerimizin tek kusuru aksiyonlarını kaybetmek olmamıştır. Günün gereklerini, anlam ve şartlarını maruz kaldıkları sıkıntılar nedeniyle anlamaya çalışırken bazı güçlükler çekmişler ve bu güçlükleri gün geçtikçe dozunu arttırmıştır. Bu durumlar kabul edilebilirliğin ve tolere edilebilirliğin üzerinde neticeler doğurmuştur.Üniversitede yanında evlenmek üzere olduğu kız sözlüsü ile gördüğü Ülkücü'ye dahi "tabiri caizse" ayar vermeye kalkışan ağabeylerimiz var bizim. Çünkü Ülkücü onların devrinde aşık olma lüksüne bile sahip değildi. Belki bunu kendileri o dönem içerisinde çok sorgulama fırsatı edinemediler. Ancak bu şartlar ihtilalin tam 30 sene sonrasında yaşayan ülkücülere dikte etmeye çalışılmasının çok anlaşılır olduğunu söyleyemeyeceğim.
Onların; yanında "Dokuz Işık" güncellenmeli dediğiniz anda; "Ocak ocak olsa, seni şimdi burada falakaya yatırırdım" sözlerini işitirsiniz. "Lider-Teşkılat-Doktrin" tezi olarak üçledikleri ama teorik altyapısına yahut felsefesine hiçbir yerde rastlayamayacağınız düşünce şeklinin "Alt Düzey Parti Yetkililerimizin Kendilerine Göre Yonttukları Büyük Ütopyaları" olmadığına bir türlü inanamadım. Özellikle "hain ve ajan" üretmek hususunda oldukça başarılı bu muteber ağabeylerimiz... Ayrıcalıklara haiz ruhbanvari ülkücülükler zeminini yitirir. Günümüz şartlarında bu söylemlerin geçerliliği entelektüel düzeyde kesinkez kaybetmiştir.
Kesin kopuşun en büyük sebebi ise 80 İhtilali'nin yaratmış olduğu ciddi travma olduğu açıktır. Ülkücü Hareket maalesef işkencelere maruz kalan, hiç işkence görmedi ise bile sosyo-psikolojik operasyon altında inim inim inleyen fertleri ile birey düzeyinde derman olmayı başaramamıştır. Özellikle Rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu'nun başında bulunduğu dernek bu olumsuzluğa dair bir deneme çalışması olsa da hem yetersiz kalmış; hem de Rahmetli Yazıcıoğlu'nun yeniden siyasete dönüşü ile güç kaybetmiş ve sonradan kendi siyasi fraksiyon oluşturma çabası nedeniyle sekteye uğramıştır.
Kopuştaki önemli bir faktör olarak da "cezaevi koşullarını" görünmektedir. O dönemde uygulanan "karıştır barıştır"dan tutun da "İstiklal Marşı" söyletilirken kantar uygulamalarına kadar insanı bir hayli kötü yönde etkileyecek sıkıntılı durumların varlığını inkar edemeyiz. Hele ki bu insanların seneler boyu bu şartlar altında yaşadığını ve herhangi bir hukuki dayanağa gereksinim hissedilmeden ve hele ki ucu açık bir biçimde orada kaldıklarını düşündüğümüzde manzara biraz daha netleşiyor. Konu hakkında yapılmış çalışmalar içerisinde en başarılısı "Emin Pazarcı'nın yazmış olduğu Kurt Bakışı" kitabı. O kitap haricinde birden fazla kişi baz alınarak ülkücü hareket dışından üçüncü bir kişinin yazmış olduğu kitabın varlığından haberdar değilim. Bu konuda bildiğim diğer bir kitap ise "Fırtınalı Yıllarda Ülkücü Hareket" kitabı; Tuncay Feyizoğlu'nun kaleminden. Harici hareket içinden Yusuf Ziya Arpacık'ın yazmış olduğu "Baş eğmediler" kitabı da mevcut; fakat okuduğumda "keşke hiç olmasa idi, daha iyi olurdu demeden edemedim". Kendisine, şahsına ve yaşadıklarına bir önyargım yok; aksine saygım var. Lakin kitabındaki Ülkücülük tipinin yanlış aktarıldığını düşünüyorum ya da bu şekilde yorumluyorum. Tarih ve edebiyat insan idealize eder, biçimlendirir.
Kişiler yaşar ve ölür. Ancak yazı ölmüyor. Hele ki göz önündeki her ismin sarfettiği her söz ve kaleme aldıkları her cümle "geleceğin tarihine bir mektup niteliği" taşıyor. Bu nedenle yazılmış yazıları ve hasleten kitapları oldukça önemsiyorum.
80 İhtilali kara bir milat olarak görülüyor. Ülkücü Hareket'e en olumsuz bakan vatandaşların bile ağzına sakız olmuş şekilde "Ah efendim, vah efendim; nerede o eski ülkücüler"(eski ülkücü de ne demekse) lakırdılarını işitiyoruz.Onlar etrafta iken siz neredeydiniz sordunuz sorusunu sorduğunuz vakit, ayaklarına bakılan tavus kuşu misali birden sönüveriyorlar.
Saymış olduğum nedenler kalbur üstü diye tâbir ülkücü kesimin hemen hemen tamamını kendi tabirleri ile taş medreseden çıkmasına mani olmuştur. Bir kısmı da maalesef ve maalesef devlet kadrolarının yön çizmesi sebebiyle karanlık işlere bulaşmıştır. Bir dönem suç örgütlerinin ülkücüler ile beraber medyanın da yok sayamayacağız hususi gayretleri ile anılması hâlâ unutabildiğimiz, sağaltabildiğimiz yaralardan değildir.
90'lara gelindiğinde ise o kopma dönemini yaşayan ve olumsuz etkilere maruz bırakılan nesilden Ülkücülük
öğrenme gayretinde olan bir nesil yetişmiştir. Dönem "Ülkü Ocakları" ya da bir dönem ismi ile "Bizim Ocak" hırpalanmış ve kendini yeniden imar edememişti. Bu dönemde maalesef önlerinde okuyabilecekleri bir kitap bir fikir adamı (siyaset demiyorum) yönlendirmesi çok bulunmasa bile bir olay nedeniyle çok farklı bir ülkücü portresi ile karşı karşıya kalınıldı. olay malum susurluk kazası idi. Doğu Perinçek bir MİT raporu açıklayarak ülke gündemini işgal etmişti. Hemen ardından Doğu Perinçek'i besleyen aynı ismin evlatlığı olarak gördüğüm Soner Yalçın'ın "Reis" kitabı dönemin medyasının "Ülkücü Karalaması" için aradıkları malzeme olmuştur. Sonradan reddiye yazılan kitaplar aynı rağbet medya tarafından gösterilmediğinden ötürü derman olamamış. O kitapta bahsedilen portrede öyle manzaralar kurulmuştur ki değil "Ülkücü", insanlık değerleri ile dahi çatışma gösterir. Kitabı okuyanlar bilirler; Bahçelievler Katliamı olarak lanse edilen olaylar, Hakan Albayrak fantezilerini hiç de aratmıyor.
Esefle söylüyorum ki bu dönem 90'lar dönemi Ülkücülerinin bir çoğu o veya bu şekilde bu kitabın yaptığı acı dezenformasyona maruz kaldı.
Başbuğ'un da uçmağa varması ile ne hikmetse Yüce Türk Milleti, Başbuğ'un yaşamı boyunca lütfetmedikleri teveccühü; O'na, hemen vefatının peşi sıra etti. O dönemlerde boy veren Ömer Ağabey* ki Allah O'na gani gani rahmet eylesin; birçok Ülkücüye yol gösterdi ve rehberlik etti. Bunu dizileri ile yazıları ile başardı. Aşındırılmaya çalışan "Ülkücü Hareket'e has Alperen karakteri" yeniden idealize etti. Bunu yaparken de döneme ışık tuttu. Diğer kıymetli büyüklerimizin hakkını inkar etmesem dahi; Soner Yalçın ve benzerlerinin gerçekleştirdiği dezenformasyona denk ve akabinde bu zehre antidot olup aşacak formasyonu, şahsi kanaatime göre kitleler bazında Ömer Ağabey sayesinde elde edildi. O adına Ülkücü demeden Yüce Türk Milleti'ne yeniden "Ülkücülüğü" anlattı. Hatta gerektiğinde bunu karanlık dünyanın mateyallerini Ülkücü karakter ile bütünleştirerek yaptı. Karanlık dünyada bile olunsa bir Ülkücü yine Ülkücü olarak kalmasını başarabileceğini; her türlü pislikten âri bir şekilde nasıl ayakta durabileceğini; aşkları, dostları ve aile münasebetleri dahil olmak üzere edebi bir şekilde gözlerimizin önüne serdi. Elhasılı karanlık dünyadaki bir Ülkücü "aydınlık" kişi olacağını ispat etti. Diğer kişi ve karakterlerinin Ülkücü olup olmadığına bir sorgulama başlattı. 80 İhtilali'nin tüm olumsuzluklarını aklındaki Ülkücü Hareket yorumu üzerinden silmeye çalıştı ve hayatını bu şekilde tüketti.
Galip Ağabey** gibi bir değeri ise ben o yıllarda tanıyamamış olmanın sıkıntısını içimde bugün taşıyorum. Galip Ağabey bu ülke medyasının sahip olduğu en güzide ve en beyefendi köşe yazarı idi. Maalesef O'nu yaşarken tanımadım. Çok şükür ki Ötüken Yayıncılık köşe yazılarını kitap haline getirdi ki Galip Ağabey'i okuma fırsatına eriştik.
Başbuğ'un da uçmağa varması ile ne hikmetse Yüce Türk Milleti, Başbuğ'un yaşamı boyunca lütfetmedikleri teveccühü; O'na, hemen vefatının peşi sıra etti. O dönemlerde boy veren Ömer Ağabey* ki Allah O'na gani gani rahmet eylesin; birçok Ülkücüye yol gösterdi ve rehberlik etti. Bunu dizileri ile yazıları ile başardı. Aşındırılmaya çalışan "Ülkücü Hareket'e has Alperen karakteri" yeniden idealize etti. Bunu yaparken de döneme ışık tuttu. Diğer kıymetli büyüklerimizin hakkını inkar etmesem dahi; Soner Yalçın ve benzerlerinin gerçekleştirdiği dezenformasyona denk ve akabinde bu zehre antidot olup aşacak formasyonu, şahsi kanaatime göre kitleler bazında Ömer Ağabey sayesinde elde edildi. O adına Ülkücü demeden Yüce Türk Milleti'ne yeniden "Ülkücülüğü" anlattı. Hatta gerektiğinde bunu karanlık dünyanın mateyallerini Ülkücü karakter ile bütünleştirerek yaptı. Karanlık dünyada bile olunsa bir Ülkücü yine Ülkücü olarak kalmasını başarabileceğini; her türlü pislikten âri bir şekilde nasıl ayakta durabileceğini; aşkları, dostları ve aile münasebetleri dahil olmak üzere edebi bir şekilde gözlerimizin önüne serdi. Elhasılı karanlık dünyadaki bir Ülkücü "aydınlık" kişi olacağını ispat etti. Diğer kişi ve karakterlerinin Ülkücü olup olmadığına bir sorgulama başlattı. 80 İhtilali'nin tüm olumsuzluklarını aklındaki Ülkücü Hareket yorumu üzerinden silmeye çalıştı ve hayatını bu şekilde tüketti.
Galip Ağabey** gibi bir değeri ise ben o yıllarda tanıyamamış olmanın sıkıntısını içimde bugün taşıyorum. Galip Ağabey bu ülke medyasının sahip olduğu en güzide ve en beyefendi köşe yazarı idi. Maalesef O'nu yaşarken tanımadım. Çok şükür ki Ötüken Yayıncılık köşe yazılarını kitap haline getirdi ki Galip Ağabey'i okuma fırsatına eriştik.
Lakin sorunlar kemikleşmiş ve Ömer Ağabeyi de aşmıştı. Yine de Ömer Ağabey yeni nesilden azımsanmayacak kadar Ülkücü'yü yeniden şekillendirdi. Bazı Ülkücüler için "kemikleşme" deyimi ağır gelmiş olabilir. Fakat birkaç yıl öncesinde ihtilal dönemi öncesi dönem Ülkücülerine ait bir dernekte hapishane ranzalarının varlığına şahit olduğumda bu kanaati edindim.
Rahmetli Hocam Durmuş Hocaoğlu ise belki mizacı belki de üslubu nedeniyle Ömer Ağabeyden daha az tanındı ise de arkasında çok önemli fikirler bıraktı. Durmuş Hocaoğlu'nun yazıları tıpkı Nietzsche gibi; tıpkı Platon gibi zaman mevhumunu aşan kıymetteki yazılar olduğunu "düşünce dünyasına dair yazıları" takip eden her okur, farkedecektir.
Gel gelelim 2000'ler Ülkücülerine. Galiba en bedbaht olan bu nesil oldu. Çünkü daha önceki nesiller kadar bir arada olamadıklarını düşünüyorum. Çünkü bu dönemde ne kadar inkar edersek edelim farklı Ülkücü anlayışları oluşmaya başladı. İlk defa Ocak Başkanlıkları bir meslek ya da mesai olarak adlandırıldı zannediyorum. Kimileri Ülkücü Hareketi bir siyasi hareketten daha çok bir manevi yorum gibi görmeye, kimileri bunu bir siyaset aracı bilmeye başladı. Daha rahatsız edici olanlar içinde en az rahatsız edici olanlar içinde en belirgin olanları bu ifadeler. İki Ülkücü'nün benzer meselelerde tam da birbirinin zıddı görüşler belirttiği ve söylemekten korksam da "ortak dili yitirdiğimiz" yıllar, bu yıllar oldu.
Rahmetli Hocam Durmuş Hocaoğlu ise belki mizacı belki de üslubu nedeniyle Ömer Ağabeyden daha az tanındı ise de arkasında çok önemli fikirler bıraktı. Durmuş Hocaoğlu'nun yazıları tıpkı Nietzsche gibi; tıpkı Platon gibi zaman mevhumunu aşan kıymetteki yazılar olduğunu "düşünce dünyasına dair yazıları" takip eden her okur, farkedecektir.
Gel gelelim 2000'ler Ülkücülerine. Galiba en bedbaht olan bu nesil oldu. Çünkü daha önceki nesiller kadar bir arada olamadıklarını düşünüyorum. Çünkü bu dönemde ne kadar inkar edersek edelim farklı Ülkücü anlayışları oluşmaya başladı. İlk defa Ocak Başkanlıkları bir meslek ya da mesai olarak adlandırıldı zannediyorum. Kimileri Ülkücü Hareketi bir siyasi hareketten daha çok bir manevi yorum gibi görmeye, kimileri bunu bir siyaset aracı bilmeye başladı. Daha rahatsız edici olanlar içinde en az rahatsız edici olanlar içinde en belirgin olanları bu ifadeler. İki Ülkücü'nün benzer meselelerde tam da birbirinin zıddı görüşler belirttiği ve söylemekten korksam da "ortak dili yitirdiğimiz" yıllar, bu yıllar oldu.
Bugün yaşanan birçok Ülkücü Hareket içi sıkıntı sıkıntıya sebep galiba bu saydığım ikisidir. Aslında bu ikisi birden doğrudur. Ancak büyüklerimiz hangi olay karşısında hangisinden yüzde kaç takınacaklarını şaşırır oldular. Özetle ortaya bir manevi ve siyasi çatlaklar manzumesi çıktı.
Türk Milliyetçiliğinin ilk teorisyenlerinin de bahsettiği üzere kültür meselesi aksakallarımızca yeniden ele alınmalı ve tüm mihenk noktaları güncellemelidir. Dokuz ışık yeniden yazılmalı dediğim zaman genelde çok ters tepkilere hedef olurum. İnşallah bu hayalimin gerçekleşeceği günler de gelir. Neden mi önemsiyorum nedeni aslında basit:
Dünyanın Ümmeti Muhammed'e, Ümmetin Türk Milleti'ne, Türk Milleti'nin hasleten Ülkücülere, son olarak Ülkücülerin sümme hasleten "kahramanlara" ihtiyacı var.
Belki o zaman dünyayı sarcacak hakiki bir deprem yeniden zuhur eder de ortaya bir tsunami çıkar...
Allahû Âlem (En doğrusunu Allah Bilir.)
Dünyanın Ümmeti Muhammed'e, Ümmetin Türk Milleti'ne, Türk Milleti'nin hasleten Ülkücülere, son olarak Ülkücülerin sümme hasleten "kahramanlara" ihtiyacı var.
Belki o zaman dünyayı sarcacak hakiki bir deprem yeniden zuhur eder de ortaya bir tsunami çıkar...
Allahû Âlem (En doğrusunu Allah Bilir.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder