Rusların antik dönemi hemen hemen yok sayılabilinecek kadar sığdır. Tarihi ve kültürel antrolopolojiye bakıldığında iki ayrı temel etken gözlenir. Bunlardan birincisi Slav kültürüdür ki Rusya bu kültüre devlet düzeyinde sıkı sıkıya bağladır ve kendini öyle görür. İkincisi ise İskandinav unsurlardır. Lakin bu ikinsin de haricinde spekülasyonlar arasında kaybolup giden bir unsur daha vardır: İskitler… Köktengri inancına mensup olan İskitlerin yaşam tarzı büyük ölçüde Asyatiktir. Kökenleri konusunda bilim adamlarının kasıtlı olduğunu düşündüğüm bir mutakabatsızlıkları vardır. Bu kültür, Rusların antik döneminin tamamını kaplar. Proto Rusların eğitmenleri konumunda olmuşlardır. Özellikle Ukrayna ve Rusya topraklarında bulunan kalıntılar bu eğitmenliğe ciddi manada tanıklık etmektedir.[2]
Rus ulusal kimliği bağlamında bu durum (Ortodoksluk ve Marksist ideoloji) Rus insanının kendini tanımlamasında karmaşık bir durum yaratmıştır. Böylece Rus insanının, kendisini yurttaş ve etnisite bakımından kim olduğunu sorgulaması öncelikli bir hal almıştır. Bu durum ise ulusal sistemin temel argümanı olan ulus-devlet sürecini yaşamayan Rusya’nın uluslararası sistemde nerede olduğu sorusuyla karşı karşıya bırakmıştır onu. Bir başka deyişle, Rusya Federasyonu içinde Rus ulusal kimliği ile bütünleştirilemeyecek etnik, coğrafi ve idari yapılanmaların bulunması, bir yandan Rusya içindeki mikro milliyetçilikleri canlandırmakta ve Rus ulusal kimliğine kaynaklık edecek “homojen” bir siyasal coğrafyadan Rusya’yı mahrum etmektedir. Sonuçta Rusya’nın “ne” olduğu, “neresi” olduğu ve “nereye” yöneleceği kimlik sorunsalına kilitli sorular olarak açık uçlu cevaplar içermektedir. Kısaca, Rusya’nın ülkeyi halkı ve ülkenin sınırlarını tanımlayacak bir “kimlik boşluğu” ve “kimlik arayışı” içinde bulunduğu söylenebilir.[3]
Sovyetler Birliği’nin dağılmasının bağımsız bir Rus devleti yaratmasının yanı sıra Rusya’da ulusal kimlik tartışmalarının da yoğunlaştığı travmatik sonuçlarının incelendiği bu bölümde “geçiş süreci”nin “kimlik kaymaları”na yansımaları da ele alınmaktadır. Geçiş sürecinin öne çıkardığı ekonomik ve siyasal sorunlar ile “imparatorluğun kaybı”nın getirdiği psikolojik sokun özellikle 1993 sonrasında, iç ve dış politikada “milliyetçi” söylemi güçlendirdiği ve bunun da liberal reformist kanadın zayıflamasına yol açtığı açıklanmaktadır. Bu bağlamda, bağımsızlık sonrası dönemde “ulus kurma” ve “devlet kurma” sürecinin ve mantığının birbiriyle nasıl çatıştığı ve bu çatışmadan çokuluslu devletin kurumsallaşması ve pekişmesi yerine Rus ulusu, dili ve kültürü temelli bir “ulus kurma” projesine yönelişin nasıl ve neden gerçekleştiği yükselen milliyetçilik ekseninde irdelenmektedir.[4]
Bölüm 5. 1: Çarlık Dönemi
Çarlık dönemine baktığımızda Rus kimliğinin bazı önemli kavramlar üzerine oturduğu görülür. Aşağıda tek tek ele alacağımız bu kavramlar, imparatorluğun şekillenme sürecinde
Rus zihniyetini oluşturur ve Rusya’nın uluslararası sisteme olan emperyalist bakış açısını açıklar. Bu bağlamda ilk değineceğimiz nokta Moğol egemenliğini yaşayan Rusya’nın bu egemenliğin etkisinden kurtulduktan sonra Rus devletinin geleneklerine yerleşen “Moskova derebeylik sistemi, Moğol zorbalığı, Bizans’ın imparatorluk Patrikliği”dir. Rus siyasal hayatını süratle biçimlendiren bu üç unsur Rus devlet yapısını şekillendirmiş ve 1917’ye kadarki süreçte ülkede otokrasiyi hâkim kılmıştır.[5]
Moğol egemenliğinin Rusya’ya en önemli katkısı ise Moskova etrafında toplanan merkeziyetçi ve kuvvetli bir devlet sisteminin oluşması oldu.[6] Çünkü “Rusya kapladığı alanın genişliği ve saldırılara açık konumu yüzünden otoriter bir devlete gereksinim duyuyordu. Fakat ülkenin çok geniş alana yayılması ve ekonomisinin geriliği yüzünden devlet halkın hayatını tam ve doğrudan denetleyemiyordu.”[7] Moğol egemenliğinin bir diğer etkisi ise bu dönemde Rusya’yı Avrupa’dan kalıcı olarak koparmasıdır. Bundan dolayıdır ki Avrupa’yı Rönesans ve Reforma götüren büyük tarihi gelişme hareketine Rusya katılamamıştır. Batı medeniyetine olan bu yabancılaşma süreci Rusya’yı merkeziyetçi ve kuvvetli devlet yapısına yöneltmiş böylece Rus ulusal kimliği tarihinin ve coğrafyasının özgünlüğünden dolayı kendi benliğini Avrupa’dan ziyade Avrasya coğrafyasında aramıştır.
Rus kimliğinin şekillenmesinde ve bunu dış politikasına uyarlamasındaki önemli bir diğer nokta da Ortodoks-Hıristiyan kimliğidir. Ülkesinde var olan sorunları dini reformla çözebileceğini düşünen Vlademir, ülkede Hıristiyanlığı yaymaya başladı. Amacı putperest Rusya ile hiçbir alanda işbirliği yapmayan dış ülkelerle ilişkileri düzeltmek, ayrıca dışarıdan siyasi destek sağlamak ve ülkesinde iç çekişmeleri ortadan kaldırmaktı.[8] Rus kültürünün gelişmesinde Rus ulusal kimliğinin ortaya çıkışında ve Rus devletinin biçimlenmesinde önemli bir yere sahip olan bu durum bölgedeki siyasal dengeleri de değiştirmiş ve Kutsal Rusya (Rus) inşa edilmiştir.
Bizans kültürünü içinde barındıran bu yeni kimlik Doğu Romanın (Bizans İmparatorluğu) Osmanlı tarafından tarih sahnesinden silinmesiyle artık kendini yeniden tanımlama ihtiyacını hissediyor ve bu bağlamda III. İvan, “Üçüncü Roma” olarak ilan ettiği imparatorluğunu misyoner/evrensel bir kimlikle yeniden tanımlıyordu.[9] Edward Keenan kimliğin zamanla bir yandan emperyal genişlemede ve öte yandan Ruslar üzerinde nüfuz kurmada bir meşrulaştırma aracı olarak kullanıldığını belirtmiştir.[10] Böylece Kilise Ortodoksların birliğini sağlarken, Çar’a itaati de halka benimsetmeyi başarmıştır. Rus kimliğinin şekillenmesi bağlamında Çarlık döneminde önemli bir diğer etken ise Rusya’ya birçok yeniliğin geldiği Petro dönemidir. Bu dönemin en önemli özelliği, Petro’nun klişeye karşı yürüttüğü politikadan dolayı kilise ile devlet ilişkilerinin değişmesi, bu politika sonucu biçimlenen ve dirilen milli birlik ile monarşinin meşruluğunu pekiştirmesidir.[11] Böylece Petro’dan önceki “Kutsal Çar” kavramının yerini “laiklik” almış ve bu bağlamda Avrupa’daki pozitivist düşüncenin Rusya’ya ilk ithalatçısı Petro olmuştur. Böylece Petro, Rusya’yı Batı Avrupa’nın akılcı çizgisine doğru ilerletmek, ekonomik, sosyal, politik ve kültürel hayatı modernleştirmek; yurt dışındaki gücü ve itibarı arttırmak istemişti. Petro bu dönüşümle Rus kimliğini etkileyen unsurlardan biri olan “Batıcılık” düşüncesinin temellerini de atmış oluyordu. Çar Petro, Rusya’yı şekillendiren, onu dünya imparatorluğuna götüren ve dış politikada takip etmesi gereken unsurları ise söyle sıralıyor: “
1. Rus ulusunu Avrupalılaştırmak
2. Orduyu savaşa hazır tutmak.
3. Baltık denizine çıkmak için İsveç’i etkisiz hale getirmek
4. Dönemin büyük gücü İngiltere ile iyi ilişkiler kurmak.
5. Rusya’yı kuzey de Baltık Denizi, güneyde de Karadeniz kıyıları boyunca genişletmek.
6. İstanbul ve Hindistan’la iyi ilişkiler kurmak, ardından Iranla savaşmak ayrıca Karadeniz sahillerinde askeri limanlar kurmak ve Karadeniz’le birlikte Baltık Denizine sahip olunmak.
7. İsveç parçalandıktan, İran yenildikten, Polonya boyunduruk altına alındıktan sonra ordularını birleştirmek, Karadeniz ve Baltık Denizi donanmamız tarafından muhafaza altına alındıktan sonra, dünya hâkimiyetini paylaşmak amacıyla gizli olarak ilkin Versallies hanedanına sonra da Viyana Habsburglarına teklifte bulunmalıyız. Kabul edilen bu paylaşım bu hanedanlıkları birbirine düşürür biz de geri kalanları hallederiz.”[12]
19. yüzyılın ikinci yarısında görülen ulusçu tırmanışların etkisiyle bu konuda akademik çalışmalar hazırlanmış, Marks ve Engels de ulusal sorunlarla fazla ayrıntıya girmeden ilgilenmişlerdir. Hegel’in “tarihsiz uluslar” tiplemesinden hareket eden Engels, her ulusa bir devletin gerekli olmadığını, o ana değin siyasi bir varlık göstermemiş ve bir devlet kurup tarihe adını yazdırmamış ulusların bundan sonra da bunu yasamalarının hem olası bulunmadığını, hem de gerekli olmadığını ifade etmiştir. Engels’e göre bu halkların yapmaları gereken Alman proletaryasının yapacağı devrimi desteklemek ve kurulacak sosyalist yapıda özümlenmek olmalıydı. Ulusal soruna ilişkin Bolşevik öğretinin gelişimi her ne kadar Engels’in düşündüklerinden farklı bir yönde olmuşsa da, SSCB devletinin kurulusundan sonraki uygulama Rus olmayan halkları Rus proletaryasının denetiminde özgün bir sosyalist kültür geliştirmeye zorlamak biçiminde olmuştur. Bu yeni kültürün devrimi gerçekleştiren ve ülkenin yapılanmasında etkin rol oynayan Rus halkının izini ve karakterini taşıması da doğaldır. Ama “Ruslaşma” ya da “Ruslaştırma” olgusu basit bir kültürel yönelim sorunu olarak algılanmaması gereklidir. Bu çerçevede ortaya çıkan uyumsuzluk sorunlarından ötürü Kafkasya, tüm SSCB devleti içinde ulusal sorunların en yoğunlaştığı bölge olmuştur. Sovyet sonrası dönemde ortaya çıkan ulusçu yükselisin anlamlandırılması zor gibi görünse de, Marksizm’in diyalektik bakış açısı ile konuya yaklaşıldığında daha net anlaşılabilmektedir.[13]
Lenin’e göre, Rus imparatorluğunun 1917’de parçalanmasını ve yıkılmasını doğuran etmenler arasında “ulusal sorun” önemli bir yer tutmaktadır. Çarlık Rusya’sının, çok geniş topraklara ve kalabalık bir nüfusa sahip ülke olması, ayrıca etnik ve dilsel birlikten yoksun olması önemli etkenler arasındadır. En önemli ulus olan Rus ulusu, tek basına ülke topraklarının büyük bir bölümüne sahiptir, fakat nüfusu imparatorluk nüfusunun yarısına bile ulaşmamaktadır. Diğer halklar Rus ulusunun çevresinde, sınırlarda yasamaktaydı. Bu koşullar altında, “çeşitli ulusların
bir devlet içinde yan yana yasaması temel bir sorun yaratmaktaydı”. Bu soruna Çarlık rejiminin bulduğu çözüm, aşırı merkeziyetçilik politikası ve Rus olmayan halkların zorla Ruslaştırılması olmuştur. II. Nikola döneminde, Ruslaştırma politikasının, Polonya’da, Finlandiya’da ve Baltık ülkelerinde uygulandığı görülmektedir. Polonya’da, Finlandiya’da ve tüm çevre halklarında liselere zorla sokulan Rus dili tek yönetsel ve resmi dil olarak empoze edilmiştir. Ancak bütün bu uygulamalar ulaşılmak istenen amaca ters sonuçlar doğurmuştur.[14]
Lenin’in gerçekleştirdiği bu darbe Rusya’da güçlü bir devlet sisteminin dogmasına yol açmış ve bu sistem, devrimler tarihinde ilk defa süreklilik ayrıcalığını da talep etmişti. SSCB, sadece dünyayı sarsmakla kalmayıp, yeni halklar ve özellikle, homo sovieticus ve hatta bunun ötesinde homo communismus gibi yeni bir insan yaratarak dünyayı sürekli olarak değiştirecek devrimcilerin yeteneğini göstermişti. Zaten SSCB, sahip olduğu toprağın veya halkların adını almayıp, yüklendiği siyasi projenin adını taşıyan bir ülkenin içinde yer aldığı yeni bir dünyanın anlamlı simgesini taşımayı talep etmişti.[15] Sovyet Rusya’da iktidarın ele geçirilmesiyle Rus Sovyet Hükümeti, pratik önlemlerle, başka alanlarda olduğu gibi, ulusal alanda da Lenin’in düşüncelerini gerçekleştirmeye uğraşmıştır. Sovyet Hükümeti, Rus halkına ve Rus diline tanınan ayrıcalıkları kaldırmıştır. Eski Rus İmparatorluğunun bütün halklarına ulusların kaderlerini tayin etme ilkesi uygulanmıştır.[16]
Bolşevizm dönemine geldiğimizde ayrım yapılmaksızın Rusya sınırları içerisinde yaşayan tüm halkların kardeşliği hedeflenmiş ve yapılan propagandalarda bu konu işlenmiştir.[17] Bu bağlamda Lenin Rusya halkları deklarasyonunu yayınlamıştır. Bu deklarasyonla Lenin Rusya içinde halklara eşitlik, egemenlik ve self-determinasyon (kendi kaderini tayin) hakkı vermiştir.[18] Böylece çok uluslu etnik /toplumsal yapıyı korumaya çalışmış ve yeni halklar ve özellikle “homo-sovieticus” ve hatta bunun ötesinde “homo-communismus”[19] gibi yeni bir insan yaratmayı hedeflemiş ve halkları önce bir arada tutmuş ve sonra dönüştürmeye çalışmıştır.
Uygulamada bu kadar açık ve çekici olmayan bu deklarasyon Lenin’in yeni hak tanımlamalarıyla farklı bir statü kazanıyordu. Lenin’in yaptığı yeni tanımlamalardan biri olan self-determinasyon hakkına baktığımızda bu hakka sadece Proletaryanın karar verebildiğini ve Proletarya adına ise sadece Komünist partinin konuşma hakkının olduğunu görüyoruz.[20] Lenin’in yaptığı bu yeni tanımlamalar, Sovyet rejiminin Sosyalist ideolojiyi bir “homojenleştirme” aracı olarak kullanarak farklı uluslar arasında Sovyet üst kimliğini tesise yöneldiğini görmekteyiz. Çünkü bu formülasyon çerçevesinde “ulusal kimliklerin” Sovyet üst kimliği içinde eritileceği politikalar geliştirilmiş ve ulusal kimlikler yerine “isçi sınıfının enternasyonal hakları ve dayanışması” söylemi getirilmiştir.[21] Bu şekilde oluşturulan ideolojik temelli misyoner politika tıpkı Çarlık Rusya’sında olduğu gibi “ulus-üstü” bir anlayış getirmiş bundan dolayı da “ Sosyalist kimlik” üst kimlik haline getirilmiştir.[22]
Bahsettiğimiz bu süreç (Sovyet yönetiminin ilk yılları) Rus olmayan cumhuriyetlerde Rusların belirgin bir ayrıcalıklı statüye sahip olmadıklarını göstermektedir. Hatta Sovyet yönetimi Rus olmayan milletlerin kültürlerinin gelişmesi için bir program hazırlamış ve Rus olmayan milletlerin temsilcilerinin hükümet ve parti içerisinde mevkii elde etmelerini sağlamıştır. Elitlerin de işbirliği sağlamasını amaçlayan ve yerelleştirme politikasına önem veren SSCB’nin temel amacı Rus olmayan milletlerin Sovyet elitinin inşasına katılmalarını sağlamaktır.[23]
Ancak sonraki dönemler, yeni Sovyet kimliğinin Büyük Rusya milliyetçiliği için basit bir maske olmaktan öteye gitmeyeceğini ve Sovyetleştirmenin milli azınlıkların Ruslaştırılmasında bir örtü olarak kullanılacağını göstermiştir.[24] Bundan dolayı SSCB/Rusya özdeşliği kendine özgü bir kimlik haline gelmiştir. Böylece SSCB, gelecekte yeni tipte tarihi bir birlik içinde (enternasyonal isçi birliği) devletleri ve halkları birleştirecek bir model seklinde tasarlanmıştır. Bu bağlamda Bolşevikler, komünizm çevresinde toplanmış ve gerçekleştirilmesi düşünülen bu birlik adına her türlü kültürel farklılıktan vazgeçmişler ve Sovyet devleti kurmayı planlamışlardır.[25] Bu yapı içinde “Rusluk”, emperyal bütünlüğü tehdit edecek şekilde “kapalı/dışlayıcı” bir etnik yapı olarak nitelenememiş aksine emperyal bütünlüğü koruyan “enternasyonal” bir “üst kimlik” özelliğini muhafaza etmiştir.[26] Bu durum bize sistemin “biçimde Sovyet, özde Rus” olduğunu göstermektedir. Stalin dönemi (1924–1953), II. Dünya Savaşını ve ardından gelen Soğuk Savaş sürecini yaşamıştır. Bu dönem dış ve iç politikada istikrarsızlıkların yoğun olduğu bir dönemdi. Ayrıca Lenin dönemindeki “ülkenin çıkarlarının uluslararası proletaryanın mücadelesinin çıkarlarına tabi olması ve kendi burjuvazisini yenen ulusun, uluslar arası kapitalizmin yıkılması için en büyük fedakârlıkları yapmaya hazır olması” seklinde oluşturulan politik yaklaşım Stalin’le beraber “Tek Ülkede Sosyalizme” dönüşmüş ve enternasyonalizmin dünya devriminin kalesi olan SSCB’nin kayıtsız savunucusu olarak değiştirilmiştir.[27]
Nikita Krusçev
Bu dönemde Rusya her ne kadar tek ülkede sosyalizmi savunarak “Saldırmazlık Paktı” imzalamış olsa da Nazi Almanya’sının dış politikasının üç temel noktası bu pragmatik dönüşümü engellemiş ve SSCB’yi birçok güçlükle karşı karşıya bırakmıştır;
a) Almanya’nın Versailles Anlaşması’nın kısıtlamasından kurtulması
b) Almanya dışında yaşayan bütün Almanların tek bir devlet çatışı altında birleştirilmesi (tek ulus-tek devlet)
c) “Hayat Sahası” politikası; SSCB’nin çıkarlarına izin vermiyordu.
Çünkü son iki hedef Rusya ile jeostratejik yüzleşme alanlarında karşılaşıyor ve iki ülke arasında çıkar çatışması yaşanıyordu. Bundan dolayı da Alman karar vericileri ilk olarak çok uluslu olan SSCB’de, başta Türkler olmak üzere bütün Rus olmayan ulusları ayaklanmaya davet ediyordu. Böylece Almanya’nın nüfuzu altına girecek olan küçük ulusal devletlerle çevrelenecek SSCB çok fazla dayanamadan çökertilebilecekti.[28] II. Dünya Savaşı sonrasında Stalin’in uluslar politikasına yansıyan ve Rus olmayan uluslara karşı “Büyük Rus Milliyetçiliği”ni ortaya çıkaran bu gelişmeler savaş ortamının içinde kök salıyordu. Özellikle SSCB bünyesi içinde bulunan Rus olmayan etnik gurupların kısmen Almanya’nın hedefleri ve savaş öncesi faaliyetlerinin bir sonucu olarak savaş sırasında taraf değiştirip SSCB’ye karşı savaşmaları “Büyük Rus Milliyetçiliği”ni ve zorunlu göçü ortaya çıkaran en önemli etken olmuştur.[29] Bu zorunlu göçler, Sovyet insanı projesinin başarılı olmadığını ve bu bağlamda “eşit ulusların birliği” söyleminin yerini Rus halkının üstünlüğüne bıraktığını göstermiştir.
Rus tarihinde faşist Almanya’ya karşı yürütülen “Büyük Vatan Savaşı” olarak adlandırılan II. Dünya Savaşı yılları, Sovyetlerin ağır kayıplar verdiği bir dönemdir. Bu savaşta ekonomik kayıplar bir yana 27 milyon asker ve sivil Sovyet vatandaşı hayatını kaybetmiştir. Bu kayıplar II. Dünya Savaşı’nda Sovyetler Birliğindeki komünist ideolojinin yerini Rus milliyetçiliğine, Sosyalizm ve Devrim anlayışlarının yerini de özgürlük, onur ve anavatan kavramlarına bırakmıştır.[30] Böylece zaferden sonra yapılan Rus ulusunun yüceltilmesi Rus halkının özgüvenini sağlamlaştırmış ayrıca Doğu Avrupa’nın Hitlerin işgalinden kurtarılması Rus halkında var olan “tarihsel misyon” düşüncesini güçlendirmişti. Savaştan sonraki dönemde “bu tarihsel misyon düşüncesi birleştirici bir amaç” olarak tüm dünyanın Batı Kapitalizminden Rus halkının öncülüğünde kurtarılması düşüncesine dönüştürüldü. Kısaca tarihsel Rus mesyanizmi ile II. Dünya Savaşı sonrası dönem bütünleştirildi.[31]
Değişen dünya düzeni yeniden inşa edilirken Stalin yeni sistemdeki Sovyet gücünden çok Sovyet güçsüzlüğünü düşünüyordu. SSCB’nin atom bombası veya önemli stratejik bir silahı yoktu ve ekonomisinin yeniden inşasına şiddetle ihtiyaç vardı. Bu dönemde alınan nükleer silah geliştirme kararı Sovyet vatandaşları için 1930’ların sanayileşme yarısı yılları gibi zorlu geçeceğini gösteriyor yine de 1950’de bir nükleer silaha sahip olunuyordu. Bu zor dönemin faturasının kesildiği halkı susturmak ise dış politikada oluşan yeni durumun tasviriyle gerçekleştirilmiş, Doğu/Batı ayrımında Batı düşman kamp olarak “şeytanileştirilmiş”, aşağılanmış ve korkutulmuştur.[32] Bu şekilde oluşturulan yeni tanımlamayla, Stalin Soğuk Savaş sürecini başlatmış Sovyet insanının önüne “Batı’yı geride bırakarak, Sovyet sisteminin üstünlüğünü ispat etme” hedefini koymuştur.[33]
Stalin’in ölümüyle yerine geçen Krusçev, yeni bir model getiriyor ve ilk olarak her türlü yerelliğe ve bölgeselliğe saldırıyordu. Çünkü Krusçev, kültürlerin uzlaşmasını, kültürlerin kaynaşmasını ve Sovyetler Birliği’nin ulustan daha üstün yeni bir topluluk olarak ortaya çıkmasını planlıyordu.[34]Ayrıca tıpkı Lenin gibi “farklı sosyal sistemlere sahip ülkeler arasında barış içinde bir arada yaşama” ilkesini benimseyerek de Batıyla olan gerilimi yumuşatmaya çalışmıştır.[35]
Sovyet üst kimliği yaratma adına Sovyet halkını tek bir potada eritme isteğinden dolayı Stalin’in canlandırdığı Rus kimliği Krusçev döneminde geri plana atılmış, ayrıca Stalin’in önem verdiği Ortodoks kiliseleri kapatılarak SSCB’nin laik unsuru ön plana çıkarılmaya çalışılmış ve “tek ülkede sosyalizm” düşüncesinden vazgeçilmiştir. Bu durum ise dış politikada yansımalarını bulmuş, ideolojik Sovyet mesyanizmi bağlamında Çin, Mısır, Suriye, Hindistan ile ilişkiler yoğunlaştırılmış ve önemli yardımlarda bulunulmuştur. Misyoner dış politika doğrultusunda kaynakların bu şekilde kullanılması ise SSCB’yi krize götüren sürecin temellerini atmıştır.[36]
1964’te Brejnev’in Komünist Parti’nin başına geçmesiyle SSCB’nin liderlerle es orantılı değişen dış politika ve iç dengeleri yine değişecek hatta bu bağlamda Brejnev ilk olarak ekonomi ve sosyal yaşamda düzenlemeler yapacak iç ve dış politikadaki açmazları asmaya çalışacaktı. Bu bağlamda ilk olarak Sovyet insanının yaşam seviyesini yükseltmiş Homo Sovieticus (Sovyet insanı) yaratılması için çok çalışmış, ulus farklılıklarını silmeyi hedeflemiştir.
Ancak bu dönemde iki süper güç arasında yaşanan rekabet SSCB’deki kaynakları askeri alana kaydırmış böylece ideolojik kaygılar dolayısıyla aşırı askerileşmiş ekonomi SSCB’yi küresel ekonominin dışına itmiştir. Böylece SSCB uluslararası arenada izlediği “misyoner” politika sonucu (emperyal politika) dış politikasında üstlendiği taahhütleri yerine getirememeye başlamıştır. Ekonomik kötüleşme Süper Gücün dış politikasında da ciddi bir kırılmaya neden olmuş ve “yumuşama” dönemine girilmiştir. Batı ile iyi ilişkiler kurularak ticaret hacmi geliştirilmeye ve Batı teknolojisinden faydalanılmaya çalışılmıştır.[37]
Giderek kötüleşen SSCB’nin durumu Gorbaçov’un başa geldiği dönemde siyasal ve iktisadi açıdan tam bir çıkmazdaydı. Gorbaçov bu çıkmazları asabilmek için ise “Glasnost” ve “Perestroyka” politikalarını hayata geçirmiş, bu bağlamda SSCB’de köklü yenilikler getirme amacını taşımıştır. Gorbaçov’un kendi ifadesiyle “yeniden yapılanmanın ilk adımı uykuya daldırılmış halkı uyandırmak ve kişilerin tüm süreçlere katılımını sağlamaktı.[38] Böylece “Glasnost” ya da “Demokratikleşme” olarak tasvir edeceğimiz bu politika siyasi, ekonomik ve kültürel yaşam üzerinde ideolojik kontrolün kırılmasını ve sistemin sorgulanabilmesini sağlamış böylece içsel dinamikleri harekete geçirmiştir. Bu durum zamanla demokrasi, insan hakları ve serbest piyasa gibi kavramları güçlendirmiş ardından SSCB’de daha sonrada günümüz Rusya’sında ulusal kimlik tartışmalarında yurttaşlık değerlerinin eklenmesine katkıda bulunmuştur.[39]
Dış politikada da değişiklik yapmayı hedefleyen Gorbaçov önce ideolojik temelli Sovyet dış politikasının, temel söylemi olan “Mesihçi” anlayışı değiştirmeye çabalamış ve SSCB’nin uluslararası taahhütlerinden yavaş yavaş vazgeçmiştir. SSCB’nin emperyal taahhütlerinden vazgeçmesi emperyal kimlikte kırılmalara sebep olmuş ve “dış tehdit” ve “dış düşman” yani çevrelenmişlik psikozundan kurtulunması, Sovyet toplumunda yeni ulusal kimlik arayışlarında demokratik yönelimin kapısını açmıştır. SSCB’nin dış politikadaki “ideolojik” kaygılarının sona ermesiyle Gorbaçov uluslararası sistemde kutuplaşma yerine Avrupa’da ekonomik, askeri ve siyasi işbirliği sağlayacak “Ortak Avrupa Evi” fikrini ortaya atmıştır. Bu fikir SSCB’yi karşılıklı bağımlılıkların arttığı küresel dünyaya daha da yakınlaştırmış ve artık sorunların BM ve AGİK gibi uluslararası kuruluşlar ve Doğu/Batı arasında sağlanacak işbirliğiyle giderileceği düşünülmüştür.
Perestroyka (yeniden yapılanma) politikasının uygulanmasında ise birçok zorluklarla karşılaşılmış ve ekonomide merkezi planlamadan uzaklaşılmış, üretim/tüketim sübvansiyonları azaltılmış, daha gerçekçi politikalar uygulanmıştır. Bu durum, vatandaşları yeni sistemden istedikleri payı alamayan sivil askeri bürokratları, komünistleri ve aşırı milliyetçileri rahatsız etmiş böylece Gorbaçov reformlarına karşı güçlü bir muhalefet başlamıştır.
Mihail Gorbaçov
Sonraki yıllarda bu muhalefet milliyetçilikle yoğrulacak ve bölgede etnikleşme ve self-determinasyon süreci başlayacaktır. SSCB’nin çok sayıda farklı etnik guruptan oluşması ve sınırları içinde her biri egemen ve bağımsız 15 cumhuriyeti ve bu sınırların içinde yüzden fazla ulusu barındırması bu sürecin sonunun dağılma olacağı gerçeğini o dönemlerde bile gözler önüne seriyordu.
Gorbaçov’un geç de olsa farkına vardığı milliyetler artık tek tek siyasi yapıdan çözülmeye başlıyor ve bunun önüne geçilemiyordu. 1987 yılında Kırım Tatarları, Baltıklılar ve Ukraynalıların yaptıkları milliyetçi gösterileri, 1988 Şubatındaki Transkafkasyadaki gösteriler takip etti. Bu gösteriler, ayaklanmalar Ermeni-Azeri çatışmaları Birlik içindeki artan milliyetçi ve etnik hareketleri tetikledi.[40] Birlik içindeki cumhuriyetlerdeki bu durum artan milliyetçi ve etnik temelli siyasetin bir sonucu, hem merkezi Rus topraklarındaki hem de diğer cumhuriyetlerdeki Rus halkları arasında etnik bilinci yükseltilmişti. Baktığımızda diğer cumhuriyetlerde yaşayan Rusların temel sorunu ise Rus milli kimliğine ait olmaktan çok yerli olmama ya da “Rusça konuşma” statüsünde olmakla alakalıydı.[41] Zaten bu cumhuriyette yaşayan Ruslar SSCB’yi diğer cumhuriyetlerdeki etnik-merkezli oluşumlara karşı bir koruyucu olarak görüyorlardı. Özellikle Baltık Cumhuriyetlerinde; Moldova’da ve diğer bazı cumhuriyetlerde ciddi sayıda Rus, “enternasyonal cephelere” katıldılar. Çünkü bu cepheler Sovyet devletinin bölünmezliği ve cumhuriyetlerdeki Rusça konuşan nüfusun hakları adına aktif bir biçimde mücadele veriyorlardı. Hatta bu örgütler çoğu zaman komünist ideoloji ve Sovyet sistemi ile ilgili olarak Komünist Partinin Ortodoks kanadı ve Sovyet ordusu ile ittifaklar kuruyorlardı.[42]
Baltık ülkelerindeki milliyetçi ayaklanmalar diğer cumhuriyetlerden farklı bir yapı arz ediyordu. Çünkü her üçü de Çarlık rejimi altında bir süre kalmalarına rağmen o dönemde bile milliyetçi ideolojinin taşıyıcılığını yapacak bir burjuva sınıfına ve entelijensiyaya sahiptiler. Bu nedenle diğer birlik cumhuriyetlerinden farklı ayrılıkçı bir yapı barındırıyorlardı. Nitekim Litvanya 11 Mart 1990’da, Estonya 30 Mart’ta ve Letonya 4 Mayıs’ta bağımsızlıklarını ilan ettiler.[43] Bu süreç diğer cumhuriyetlere de cesaret vermiş ve bir sene içinde hepsi bağımsızlıklarını ilan etmişlerdir.
Sonuç olarak Sovyet dönemine baktığımızda 1917 devrimindeki iç savaş döneminde yerleşen, Bolşevizm ve Rusya’nın emperyalist ülkelerin hedefi olduğu düşüncesi, Batı’nın “Düşman Kamp” olarak “şeytanileştirilmesi” ve Batı’nın aşağılanarak korku faktörünün ön plana çıkarılmasına neden olmuştur. Stalin, ulus yaratım sürecinde “tek ulus” mensubiyetini Sovyet ortak paydasında homojenleştirmeye çalışırken, Krusçev, meşruiyet kavramı olarak, sosyalist ideolojiyi ön plana çıkarmıştır. Böylece Sovyet üst kimliğine hız verilirken, binlerce Ortodoks kilisesi kapatılmıştır. Misyoner dış politika Çin, Mısır, Suriye, Hindistan ekseninde ekonomik ve askeri yardım ile desteklenmiştir. Brejnev, iç ve dış politikada ortaya çıkan krizin asılmasında milliyetçi çizgiyi öne çıkarırken, Çin’le yaşanan sorunlar, geleneksel “Batı düşmanlığına”, Sosyalist Çin halkasını eklemiştir. Mihail Gorbaçov ise Batı’nın düşman değil ortak olarak algılaması hipotezini “Ortak Avrupa Evi” fikri etrafında şekillendirirken, geleneksel Sovyet dış politikasında da radikal bir dönüşüm sürecini başlatmıştır.[44]
Bu kimliksel kırılmanın yaşandığı Sovyet döneminde her ne kadar liderler farklı açılardan kimliği tanımlasalar da dönemin hâkim kimliği Bolşevizm’in getirdiği “proletarya diktatörlüğüydü.” Ancak bu algılayış dönemsel olarak “enternasyonal” veya “tek ülkede sosyalizm” motifleriyle şekillendirilmiş ve Sovyet insanı farklı bakışlarla tanımlanmaya çalışılmıştır. Bolşevik kimliğin dışındaki kimlikler ise rejimin getirdiği kapalı toplumda nefes alamamış ve sadece düşünsel olarak yeni açılımlar sunmuştur.
Dış politikada da değişiklik yapmayı hedefleyen Gorbaçov önce ideolojik temelli Sovyet dış politikasının, temel söylemi olan “Mesihçi” anlayışı değiştirmeye çabalamış ve SSCB’nin uluslararası taahhütlerinden yavaş yavaş vazgeçmiştir. SSCB’nin emperyal taahhütlerinden vazgeçmesi emperyal kimlikte kırılmalara sebep olmuş ve “dış tehdit” ve “dış düşman” yani çevrelenmişlik psikozundan kurtulunması, Sovyet toplumunda yeni ulusal kimlik arayışlarında demokratik yönelimin kapısını açmıştır. SSCB’nin dış politikadaki “ideolojik” kaygılarının sona ermesiyle Gorbaçov uluslararası sistemde kutuplaşma yerine Avrupa’da ekonomik, askeri ve siyasi işbirliği sağlayacak “Ortak Avrupa Evi” fikrini ortaya atmıştır. Bu fikir SSCB’yi karşılıklı bağımlılıkların arttığı küresel dünyaya daha da yakınlaştırmış ve artık sorunların BM ve AGİK gibi uluslararası kuruluşlar ve Doğu/Batı arasında sağlanacak işbirliğiyle giderileceği düşünülmüştür.
Perestroyka (yeniden yapılanma) politikasının uygulanmasında ise birçok zorluklarla karşılaşılmış ve ekonomide merkezi planlamadan uzaklaşılmış, üretim/tüketim sübvansiyonları azaltılmış, daha gerçekçi politikalar uygulanmıştır. Bu durum, vatandaşları yeni sistemden istedikleri payı alamayan sivil askeri bürokratları, komünistleri ve aşırı milliyetçileri rahatsız etmiş böylece Gorbaçov reformlarına karşı güçlü bir muhalefet başlamıştır.
Mihail Gorbaçov
Sonraki yıllarda bu muhalefet milliyetçilikle yoğrulacak ve bölgede etnikleşme ve self-determinasyon süreci başlayacaktır. SSCB’nin çok sayıda farklı etnik guruptan oluşması ve sınırları içinde her biri egemen ve bağımsız 15 cumhuriyeti ve bu sınırların içinde yüzden fazla ulusu barındırması bu sürecin sonunun dağılma olacağı gerçeğini o dönemlerde bile gözler önüne seriyordu.
Gorbaçov’un geç de olsa farkına vardığı milliyetler artık tek tek siyasi yapıdan çözülmeye başlıyor ve bunun önüne geçilemiyordu. 1987 yılında Kırım Tatarları, Baltıklılar ve Ukraynalıların yaptıkları milliyetçi gösterileri, 1988 Şubatındaki Transkafkasyadaki gösteriler takip etti. Bu gösteriler, ayaklanmalar Ermeni-Azeri çatışmaları Birlik içindeki artan milliyetçi ve etnik hareketleri tetikledi.[40] Birlik içindeki cumhuriyetlerdeki bu durum artan milliyetçi ve etnik temelli siyasetin bir sonucu, hem merkezi Rus topraklarındaki hem de diğer cumhuriyetlerdeki Rus halkları arasında etnik bilinci yükseltilmişti. Baktığımızda diğer cumhuriyetlerde yaşayan Rusların temel sorunu ise Rus milli kimliğine ait olmaktan çok yerli olmama ya da “Rusça konuşma” statüsünde olmakla alakalıydı.[41] Zaten bu cumhuriyette yaşayan Ruslar SSCB’yi diğer cumhuriyetlerdeki etnik-merkezli oluşumlara karşı bir koruyucu olarak görüyorlardı. Özellikle Baltık Cumhuriyetlerinde; Moldova’da ve diğer bazı cumhuriyetlerde ciddi sayıda Rus, “enternasyonal cephelere” katıldılar. Çünkü bu cepheler Sovyet devletinin bölünmezliği ve cumhuriyetlerdeki Rusça konuşan nüfusun hakları adına aktif bir biçimde mücadele veriyorlardı. Hatta bu örgütler çoğu zaman komünist ideoloji ve Sovyet sistemi ile ilgili olarak Komünist Partinin Ortodoks kanadı ve Sovyet ordusu ile ittifaklar kuruyorlardı.[42]
Baltık ülkelerindeki milliyetçi ayaklanmalar diğer cumhuriyetlerden farklı bir yapı arz ediyordu. Çünkü her üçü de Çarlık rejimi altında bir süre kalmalarına rağmen o dönemde bile milliyetçi ideolojinin taşıyıcılığını yapacak bir burjuva sınıfına ve entelijensiyaya sahiptiler. Bu nedenle diğer birlik cumhuriyetlerinden farklı ayrılıkçı bir yapı barındırıyorlardı. Nitekim Litvanya 11 Mart 1990’da, Estonya 30 Mart’ta ve Letonya 4 Mayıs’ta bağımsızlıklarını ilan ettiler.[43] Bu süreç diğer cumhuriyetlere de cesaret vermiş ve bir sene içinde hepsi bağımsızlıklarını ilan etmişlerdir.
Sonuç olarak Sovyet dönemine baktığımızda 1917 devrimindeki iç savaş döneminde yerleşen, Bolşevizm ve Rusya’nın emperyalist ülkelerin hedefi olduğu düşüncesi, Batı’nın “Düşman Kamp” olarak “şeytanileştirilmesi” ve Batı’nın aşağılanarak korku faktörünün ön plana çıkarılmasına neden olmuştur. Stalin, ulus yaratım sürecinde “tek ulus” mensubiyetini Sovyet ortak paydasında homojenleştirmeye çalışırken, Krusçev, meşruiyet kavramı olarak, sosyalist ideolojiyi ön plana çıkarmıştır. Böylece Sovyet üst kimliğine hız verilirken, binlerce Ortodoks kilisesi kapatılmıştır. Misyoner dış politika Çin, Mısır, Suriye, Hindistan ekseninde ekonomik ve askeri yardım ile desteklenmiştir. Brejnev, iç ve dış politikada ortaya çıkan krizin asılmasında milliyetçi çizgiyi öne çıkarırken, Çin’le yaşanan sorunlar, geleneksel “Batı düşmanlığına”, Sosyalist Çin halkasını eklemiştir. Mihail Gorbaçov ise Batı’nın düşman değil ortak olarak algılaması hipotezini “Ortak Avrupa Evi” fikri etrafında şekillendirirken, geleneksel Sovyet dış politikasında da radikal bir dönüşüm sürecini başlatmıştır.[44]
Bu kimliksel kırılmanın yaşandığı Sovyet döneminde her ne kadar liderler farklı açılardan kimliği tanımlasalar da dönemin hâkim kimliği Bolşevizm’in getirdiği “proletarya diktatörlüğüydü.” Ancak bu algılayış dönemsel olarak “enternasyonal” veya “tek ülkede sosyalizm” motifleriyle şekillendirilmiş ve Sovyet insanı farklı bakışlarla tanımlanmaya çalışılmıştır. Bolşevik kimliğin dışındaki kimlikler ise rejimin getirdiği kapalı toplumda nefes alamamış ve sadece düşünsel olarak yeni açılımlar sunmuştur.
[1] Ahmet Balcı, Rus Kimliği
ve Dış Politika Üzerindeki Etkileri: Kırıkkale Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü Uluslar araşı İlişkiler Ana Bilim Dalı. (Basılmamış Yüksek
Lisans Tezi, 2008)
[2] Akdes Nimet Kurat, Rusya
Tarihi, Türk Tarih Kurumu Yayınları
[3] Zeynep Dağı, Kimlik, Milliyetçilik ve Dış politika
Rusya’nın Dönüşümü, İstanbul: Boyut Kitapları, 2002, s. 46.
[4] Zeynep Dağı, Kimlik, Milliyetçilik ve Dış politika
Rusya’nın Dönüşümü, İstanbul: Boyut Kitapları, 2002, s.18
[5] Reşat Uzmen, Tamamlanmamış Rusya, İstanbul:
Ötüken Yayınları, 2003, s. 55
[6] Yaşar Onay, Rusya ve Değişim,
Ankara: Nobel Yayıncılık, 2002, s. 8.
[7] S. Harun
Yılmaz, Rusya’da Devlet Merkezli
Sistem ve Bürokrasi, İstanbul: Versus Kitap, 2006, s. 13.
[8] Tahsin Hüseynov,
Rusların Hıristiyanlaşması, (Yüksek Lisans Tezi, Ankara Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2001), s. 63.
[9] İlker Aktükün, Eski
Sovyetler Birliği’nde Milliyetler Politikası ve “Yeni Dünya Düzeni”
Çerçevesinde
Günümüze Yansıması, (Yüksek Lisan
Tezi, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2002), s. 15.
[10] Zeynep Dağı, Kimlik, Milliyetçilik ve Dış politika
Rusya’nın Dönüşümü, İstanbul: Boyut Kitapları, 2002, s.71
[11] Reşat Uzmen, Tamamlanmamış Rusya, İstanbul:
Ötüken Yayınları, 2003, s.117-118
[12] Yaşar Onay, Rusya ve Değişim, Ankara: Nobel Yayıncılık,
2002, s. s. 26–27
[13] Mehmet Bülent
Uludağ, Avrasya’nın Uluslararası
Sisteme Açılmasına Etkisi Yönüyle Sovyetler
Birliği ve Sonrası Dönemde Kafkasya’daki
Ulusçu-Ayrılıkçı Akımlar, Yayınlanmamış Doktora
Tezi, AÜ SBE, Ankara, 1999. s.
89-91.
[14] Mehmet
Karaahmetli, Lenin’in Ulusal Sorun
Teorisi ve Sovyet Rusya’daki Uygulaması, Birinci
Baskı, Ankara, Toplum Yayınları,
1976, s. 49-50.
[15] Hèléne Carrére
d’Encausse, Tamamlanmamış Rusya, (Çev.) Reşat Uzmen,
İstanbul, Ötüken,
2003,
s. 7
[16] Mehmet
Karaahmetli, Lenin’in Ulusal Sorun Teorisi ve Sovyet Rusya’daki Uygulaması,
Birinci
Baskı,
Ankara, Toplum Yayınları, 1976, s. 95
[17] Yaşar Onay, Rusya ve Değişim, Ankara: Nobel Yayıncılık,
2002, s. 86
[18] Fırat Purtaş, Rusya Federasyonu Ekseninde Bağımsız
Devletler Topluluğu, Ankara: Platin Yayınları, 2005, s.22
[19] Reşat Uzmen, Tamamlanmamış Rusya, İstanbul:
Ötüken Yayınları, 2003, s.7
[20] Fırat Purtaş, Rusya Federasyonu Ekseninde Bağımsız
Devletler Topluluğu, Ankara: Platin Yayınları, 2005, s.22
[21] Zeynep Dağı, Kimlik, Milliyetçilik ve Dış politika
Rusya’nın Dönüşümü, İstanbul: Boyut Kitapları, 2002, s.81
[22] Zeynep Dağı, Kimlik, Milliyetçilik ve Dış politika
Rusya’nın Dönüşümü, İstanbul: Boyut Kitapları, 2002, s.82
[23] A. Sevinç Özcan, Bir Sovyet Mirası Rus Azınlıklar,
İstanbul: Küre yayınları, 2005, s. 13–14
[24] A. Sevinç Özcan, Bir Sovyet Mirası Rus Azınlıklar,
İstanbul: Küre yayınları, 2005, s.8
[25] Reşat Uzmen, Tamamlanmamış Rusya, İstanbul:
Ötüken Yayınları, 2003, s.11-12
[26] Zeynep Dağı, Kimlik, Milliyetçilik ve Dış politika
Rusya’nın Dönüşümü, İstanbul: Boyut Kitapları, 2002, s.79
[27] İlker Aktükün, Eski
Sovyetler Birliği’nde Milliyetler Politikası ve “Yeni Dünya Düzeni”
Çerçevesinde
Günümüze
Yansıması,
(Yüksek Lisan Tezi, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü,
2002),s.186-187
[28] İlker Aktükün, Eski
Sovyetler Birliği’nde Milliyetler Politikası ve “Yeni Dünya Düzeni”
Çerçevesinde
Günümüze
Yansıması,
(Yüksek Lisan Tezi, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü,
2002),s.174
[29] İlker Aktükün, Eski
Sovyetler Birliği’nde Milliyetler Politikası ve “Yeni Dünya Düzeni”
Çerçevesinde
Günümüze
Yansıması,
(Yüksek Lisan Tezi, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü,
2002),s.177
[30] Fırat Purtaş, Rusya Federasyonu Ekseninde Bağımsız
Devletler Topluluğu, Ankara: Platin Yayınları, 2005, s.28
[31] Zeynep Dağı, Kimlik, Milliyetçilik ve Dış politika
Rusya’nın Dönüşümü, İstanbul: Boyut Kitapları, 2002, s.85
[32] Zeynep Dağı, Kimlik, Milliyetçilik ve Dış politika
Rusya’nın Dönüşümü, İstanbul: Boyut Kitapları, 2002, s.86
[33] Fırat Purtaş, Rusya Federasyonu Ekseninde Bağımsız
Devletler Topluluğu, Ankara: Platin Yayınları, 2005, s.28
[34] İlker Aktükün, Eski
Sovyetler Birliği’nde Milliyetler Politikası ve “Yeni Dünya Düzeni”
Çerçevesinde
Günümüze
Yansıması,
(Yüksek Lisan Tezi, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2002),s.28
[35] Fırat Purtaş, Rusya Federasyonu Ekseninde Bağımsız
Devletler Topluluğu, Ankara: Platin Yayınları, 2005, s.29
[36] Zeynep Dağı, Kimlik, Milliyetçilik ve Dış politika
Rusya’nın Dönüşümü, İstanbul: Boyut Kitapları, 2002, s.88
[37] Zeynep Dağı, Kimlik, Milliyetçilik ve Dış politika
Rusya’nın Dönüşümü, İstanbul: Boyut Kitapları, 2002, s.90
[38] Fırat Purtaş, Rusya Federasyonu Ekseninde Bağımsız
Devletler Topluluğu, Ankara: Platin Yayınları, 2005, s.34
[39] Zeynep Dağı, Kimlik, Milliyetçilik ve Dış politika
Rusya’nın Dönüşümü, İstanbul: Boyut Kitapları, 2002, s.91-92
[40] A. Sevinç Özcan, Bir Sovyet Mirası Rus Azınlıklar,
İstanbul: Küre yayınları, 2005, s.29
[41] A. Sevinç Özcan, Bir Sovyet Mirası Rus Azınlıklar,
İstanbul: Küre yayınları, 2005, s.29
[42] A. Sevinç Özcan, Bir Sovyet Mirası Rus Azınlıklar,
İstanbul: Küre yayınları, 2005, s.29
[43] İlker Aktükün, Eski
Sovyetler Birliği’nde Milliyetler Politikası ve “Yeni Dünya Düzeni”
Çerçevesinde
Günümüze
Yansıması,
(Yüksek Lisan Tezi, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2002),
s.217
[44] Mesut Hakkı Caşın, Rus İmparatorluk Stratejisi,
İstanbul: Okumuş Adam Yayınları, 2006, s. 51
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder