Bölüm 7: Rus Kimliğinin Karakteristik İlkeleri
Ulusal kimlik ortak dil, kültür, din, coğrafya ve tarih gibi öğelere dayanır ancak bu öğelerin ulus içinde halkı bir arada tutabilmesi ise iyi tanımlanmış bir “öteki” ile mümkündür. Böylece ulus-devlet içinde, toplumu homojenleştiren bu kavram; ulusal davalar, ulusal hedefler ve ulusun bütününe/varlığına yönelik tehditler sunarak halkın öfkesini de kazanır. Bu bağlamda dönüşüm yaşayan toplum aidiyetleri heterojen yapıdan homojen bir yapıya geçer ve böylece üyeleri arasında “birlik ve bütünlük algısı” diye niteleyebileceğimiz bir ortak duyuş genişledikçe “ulusal kimlik ve ulusal aidiyet” düşüncesi de belirginleşir.[1]
Rus kimliğinin karakteristik yapısını ele alacağımız bu bölümde Rus ulusal kimliğindeki küresel özne rolünü, karakteristik devlet yapısı bağlamında açıklamaya çalışacağız. Ayrıca ilk etapta su önemli unsurları ön plana çıkaracağız; süper güç bilinci, tarihsel misyon, Rusya’nın halklarını aydınlatmak ve medenileştirmek, Asyalılar için Avrupalılar olabilmek, Rus insanının zihniyetini ve olaylara nasıl tepki verebileceklerini anlamaya çalışmak. Yukarda bahsettiğimiz unsurların Rus halkının kendine özgün yapısı olduğunu düşünürsek Rusya’nın siyasal felaketleri, fetret ve geçiş dönemleri yaşamasına rağmen her zaman kurtarıcı kimliğini korumuş olduğunu ve bu yüzden de tarihteki siyasi özne rolünü sürekli hale getirebildiğini görürüz. Bu bağlamda bu medeniyetin Batı Slavları Knezlikleri mozaiğinden Moskova Rusluğuna, Petro’nun imparatorluğundan Sovyet Bloğuna kadar birçok kırılmanın merkezinde olduğu söylenebilir.[3]
Deli Petro |
Bölüm 7. 1: Emperyal Mesihçi Kimlik
Kökleri 9. yüzyıla kadar giden ve oluşum süreci açısından baktığımızda Rus kimliğinin temel tahayyülü olarak karşımıza çıkan “Rus biricikliği” ve bunun sonucu olarak Belirginleşen Rusya’nın tarihi misyonu fikri, Mesihçi-emperyal kimliğin çıkış noktasıdır. Bizans’ın çöküşü ile kendini Roma’nın hamisi olarak gören Ruslar Ortodoks Hıristiyanlığın başat olduğu dönemden Komünist dönemin sonuna kadar daima tüm insanlığın kaderini belirleyecek tarihi bir misyon taşıyıcısı olmakla övünmüşlerdir.[4]
Rus emperyalizmi, Çarlık döneminde 3 ana unsuru içinde barındırmıştır; sıcak denizlere ulaşma, Rusya’nın Oryantal ve Asya despotik yapısından kaynaklanan ataerkil bir devlet olması ve Rus misyonerliği çerçevesinde değerlendirilmektedir. Bu bağlamda bir kara ülkesi olan Rusya, Kiev Rusya’sı olarak kuruluşundan bu yana sınırlarını genişletme ve sıcak denizlere ulaşma politikası izlemiştir. Bu politikanın diğer bir amacı da sistemli ve sürekli genişlemeyi sağlamaktır.[5]
Rusya’nın tarihten gelen değişmez diğer bir özelliği de uluslararası sistemde büyük güç olma ve bu gücü devam ettirme amacıdır. Rusya’nın dünyada üstün olma eğilimi yüzünden Bolşevikler de bu mitten ayrılamamıştır. Rusya açısından bu oryantal despotizm anlayışı ile ilişkili bir diğer mit de ataerkil devlet anlayışıdır. Temelde bu iki mit içinde geçerli ortak tema, özel mülkiyetinin zayıflığı, siyasi gücün merkezileşmesi ve sınırsız yayılmacılıktır.[6]
Rus emperyalizmi konusunda bahsi geçen üçüncü mit ise Rus Mesih inancı yani laik ve dinsel otoritenin Çar elinde birleşmesi inancıdır. Bu inanç önce III. Roma (Moskova hükümdarlarının Bizans imparatorluklarının halefleri ve Ortodoksluğun yüksek hamileri olması) ve daha sonra Pan-Slavizm olgusu ile birleşerek Rus ve Sovyet tarihindeki devamlılıklarını temsil etmiştir.[7] Çarlık döneminde bu algılayış Bizans imparatorluğunun çöküşünden sonra Rus karar vericileri tarafından oluşturulan III. Roma doktrininde kendini bulmuştur. Böylece Rusya yeni misyonunda Bizans kilisesini yaşatmayı amaçlayan ve diğer halkların koruyucusu olarak III. Roma, Moskova tarafından oluşturulmuştur. Bu nedenle bu oluşumdan sonraki dönem Rusya’da kilise kayıtlarında dinler çatışması olarak resmedilmiştir.
Onlara göre Rusya doğru inancın savunucusu, kâfirlere karşı bir kalkan ve Tanrı tanımazları yola getiren bir güç olarak tasvir edilir. Kayıtlardaki tarihi olayların anlatımı bu şekilde yapılır. Pelenski de makalesinde bu konulara değinmiş ve Rusya’nın emperyal politika ve söylemlerini Ruslaştırma-Hıristiyanlaştırma gibi araçlarla şekillendirdiğini iddia etmiştir.[8] Din, böylece hem milli şuurun gelişmesinin bir etkeni hem de hükümdar ile uyrukları arasındaki bağı meşru kılan bir yöntem haline getirilmiştir. Ayrıca Kilise, Rusya’ya siyasi sisteminin muhtaç olduğu ideoloji temelini de sunmuştur.
Bu misyon Rusya’ya uluslararası alanda yeni bir tutunum ve yeni bir algılayış kazandırmıştır. Böylece dünyada Ortodoks-Rus kimliği fiilen oluşturulmuş ve insanlar tek bir hedefte birleştirebilmiştir. Ötekileştirilmiş dünya algılayışının ilk adımı olan bu süreç önce Müslüman-Osmanlı kimliğine karşı tutunumu sağlamış daha sonraki dönemlerde ise “Rus Biricikliği” ön plana çıkarılmış ve Katolik Batı da “öteki” olarak algılanmıştır. Bu “öteki,” içeride meşruiyet kaynağı ve dışarıda Rusya’nın güç kullanarak büyüme stratejisi ile Emperyal/Mesihçi kimliğinin ana unsuru haline gelmiştir. Böylece Rusya’nın “yayılma siyaseti ve stratejisi” hiçbir zaman değişmemiş ve günümüze kadar sürekliliğini korumuştur.[9]
Pan–Slavizm, Çarlık Rusya’sının liderliğinde bütün Slavları (Sırp, Karadağ, Bulgar, Çek, Rus v.s) içine alacak şekilde “Birleşik Slav Devleti” kurma idealine verilen isimdir. Rusya’da Pan-Slavizm, daha 17. ve 18. yüzyıllarda ortaya çıkmaya başlamış, ilk Slavistler bu ideolojiyi bütün Ortodoksları kapsayacak şekilde tanımlamış ve “Büyük Grek-Rus Ortodoks imparatorluğu” hayal etmişlerdi. Bu imparatorluğun basında “Pan Slavonian Tsar” (Pan Slavik Çar) bulunacaktı. Başlangıçta Pan-Slavizm “dini bir karakter” taşıyordu. Rusya’nın “Bizans Varisliği”ne soyunması bunun “itici gücü” olmuş, “Pan-ortodoksizm” oluşturulmaya başlanmıştır. Ayrıca “Irk” esasına dayalı “Slavizm”de bunun içinde yer alıyordu.[10]
Pogodin’in öncülük ettiği bu hareket Osmanlı ve Habsburg imparatorlukları (Avustralya) harabeleri üzerinde, merkezi İstanbul olan bir “Slav Devleti” kurulmasını ve bu devletin Rusya tarafından himaye altına alınmasını hedefliyordu. Bu plan tahakkuk ettiği takdirde ise Bulgaristan, Sırbistan, Karadağ, Sirmiye, Hırvatistan, Dalmaçya, Slovenya, Kraina, Steletmark, Karintika, Bohemya, Bukovina, Lehistan ve Rusya’dan teşekkül edecek 80 milyonluk bir blok meydana gelecektir. [11]
Rusya’da 19. asrın ikinci yarısında siyasal anlamda ortaya çıkan Pan-Slavizm’in kapsamlı hedefleri şunlardı:
- Doğu’da yeni fetihlerle Rus emperyalizmini geliştirmek,
- Rusya’nın hâkimiyeti altında bulunan ırkları Ruslaştırmak,
- Rusya’nın dışında kalan Slav topluluklarını Rus hâkimiyetine bağlamak,[12],
Şeklinde özetlenebilir.
Çarlık döneminde Mesihçi/emperyal kimliğin diğer önemli ayağı olan Pan-Slavizm bu düşünsel arka plana sahiptir. Bu düşünsel arka plan, yayılmacılığa ve bunu meşrulaştıracak kurtarıcı bir ideolojiye muhtaçtı. Bu durum ise ilk önce III. Roma’da meşrulaştı, daha sonrada ırksal bir temele dayanan Slav kimliğinde kendini buldu. Amaç aynıydı: kurtarıcı bir rolle ve ideolojinin gösterdiği doğrultu ve şekilde yayılmak.
Sovyet döneminde emperyal kimliğin içsel ve dışsal alan olarak ikiye ayrıldığı görülür. İçsel alan 15 Cumhuriyet ve 100’den fazla etnik gruptan oluşmaktadır. Cumhuriyetlerin çoğu resmen 1920’lerde birleştirilmiştir. Dördü, - üç Baltık devleti ve Moldova- 1940’larda ikinci dünya savaşının ertesinde birliğe katılmıştır. Ancak bu emperyal yük altında güçlenmeden sorunlarını daha çok artıran Rusya ayakta kalmak için hep daha hızlı koşmak zorunda kalmıştır. Çünkü “Rusya genişledikçe Rus halkı küçülse” de acılara katlanmak zorunda kalsa da bu dinamikler üzerinde kurumsallaşan toplumsal yapı, her durgunluk anında, olası bir oluşumun maliyetinin altında kalkamayarak eskisinin değiştirilmiş bir seklini (Çarlık Rusya SSCB’ye dönüşmüş SSCB, Rusya Federasyonuna) tercih etmiştir.[13]
Dışsal alanda ise Doğu Avrupa ülkelerinin (Yugoslavya ve Arnavutluk dışında) tümünü kapsayan bu emperyal güç Vietnam, Küba ve Moğolistan gibi ülkeleri de kendi etki alanına almayı başarmıştı.[14] Çünkü Bolşevikler Proletaryanın (isçi sınıfının) dayanışmasının ulus devlete duyulan geleneksel bağlılık hissinin üstesinden geleceğini öne süren bir enternasyonallik iddiası ile ortaya çıkmışlardı.[15] Böylece Çarlık döneminde izlenen Ruslaştırma politikası yerine Bolşevikler Büyük Rusya şovenizmine dayanmayan ve eski Çarlık imparatorluğu halkları arasında yeni bir ilişki sekli öngören bir politika izliyorlardı. Bolşeviklerin oluşturmaya çalıştıkları bu yeni insan tipi, bir başka deyişle “Sovyet insanı,” artık bu dönemdeki yeni Rus zihniyetinin emperyal karakterini meşrulaştırmıştır.[16]
Ancak Rus emperyal sistemi Batınınkinden çok farklıydı. Çarlık döneminde Rusya, Batının yaptığı gibi sömürmekten ziyade ülkeleri asimile etmeye çalışıyordu. Bu yolda hem büyük kaynaklar kaybedilmiş hem de yerel halkın nefreti kazanılmıştı. SSCB döneminde de “sosyalist enternasyonalizmi” öven Ruslar kendi sömürgelerini açıktan sömürmek bir yana emperyal yükten dolayı ekonomik olarak büyük zararlar görmüştür. Çünkü SSCB’nin kaynakları kendi halkı için yeterli değilken, Baltıklılar ve Doğu Avrupalılar için de kaynaklar aramaya başlanmıştır. 1950’lerde ise Üçüncü Dünya’dan müttefik arayışları sorunu daha da derinleştirmiştir.
Artık ekonomik kaynaklar Küba’nın sekerlerini dünya piyasasının üstünde fiyatlarla satın almak, Afganistan’da, Angola’da, Etiyopya’da ve daha birçok yerde rejimleri ayakta tutmak için harcanmaktadır. Bu nedenle SSCB, kendi ekonomik çıkarlarını kollayan bir emperyalist olmaktan çok, siyasal kaygılarla emperyalist olmuş bir ülke (küçük ülkeler üzerinde güç kullanmak ve ideolojik mesajını bu ülkelere aktarmak isteyen) olarak tasvir ediliyordu.[17]
Soğuk Savaş sonrası dönemde en önemli soru, “Rusya, Sovyetlerden kalan emperyal mirası devam ettire(bile)cekmi, ettir(e)meyecekmi?” idi. Bu sorunun yanıtı çok geçmeden uygulanan politikalarla belirlenebildi. Birçok uzmanın ortak görüşüne göre, Yeltsin’in birinci önceliği Rusya’nın yeniden ve içerden inşasıdır. Yaklaşık dört yüzyıldır “dış dünyaya” göre şekillenen (oluşan) Rusya (ki buna Rus emperyalizmi ya da yayılmacılığı da denilebilir) Soğuk Savaş sonrası dönemin baslarında bir dönüşüm yaşamıştır. Bu yeni emperyal bakış, bölgenin (Yakın Çevre) önemini artırmış ve birçok yeni sorun ortaya çıkmıştır. Paul Flenley’e göre “Rusya’nın devam eden emperyalizmi üç pratik sorundan kaynaklanıyor:
Birincisi, Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla yaklaşık 25 milyon Rus’un bağımsızlığını yeni kazanan ülkelerde azınlık durumuna düşmesi ve bu insanların sorunlarının aşırı Rus milliyetçileri için sürekli bir sömürü malzemesi işlevi görüyor olması;
İkincisi, Rusya’nın Rus olmayan çeşitli etnik grupları ve 21 etnik temelli cumhuriyeti bünyesinde barındıran bir federasyon olması.
Üçüncüsü ise Sovyet döneminde belirlenen idari sınır ve alanların bugün Ruslar tarafından uluslararası sınırlar olarak kabul edilmesinin ekonomik ve stratejik açıdan dezavantajlı olması.”
Sonuç olarak, dağılmanın getirdiği değişimin sonucu olarak emperyal yükü taşımak istemeyen Rusya, hem iç hem de dış politikada umduğunu bulamadığı için yukarıda tartışılan nedenlerle yeni bir emperyal bakış benimsemiş ve artık yakın çevrede daha etkin olmayı amaçlamıştır. Bu nedenle Rusya, içeride “emperyal” ulusal kimliği pekiştirmek için “yakın çevre”ye yönelmiş ve bu bölgelerde nüfuz kurarken “emperyal Rus kimliği”ni bir meşruiyet kaynağı olarak kullanmıştır.[18]
Bölüm 7. 2: Jeopolitik Kimlik
Üzerinde yasadığımız mekân ya da coğrafya (anavatan), insanların aidiyet duygusunu harekete geçiren en önemli unsurlardan biridir. Bu aidiyet, insanın dünyayı nasıl algılayacağını ve dünyaya nereden bakacağını belirler. Modern toplumlardaki sınırların bu belirleyici rolü (özellikle eski SSCB devletleri için) ise ekonomik, kimliksel, kültürel ve siyasal olarak derin farklılıklara yol açmıştır. Örneğin Hopa Sarp sınır kapısında doğan Müslüman-Türk kimliğine sahip bir çocuk 20 km ötedeki başka bir yerleşim yerinde doğmuş olsaydı SSCB döneminde komünist bir insan Gürcistan döneminde ise Ortodoks-Gürcü kimliğe sahip bir insan olacaktı. SSCB döneminde kendini ideolojik bir kimlikle tanımlayacak ve muhtemelen Batıyı “Şeytan” olarak kafasında şekillendirecekti. Gürcistan’daki kişi ise kendini Hıristiyan Batı kampına yakın görecek ve en büyük düşmanı Rusya olarak tanımlayacaktı.
Bu algılayış farkı göstermektedir ki zihniyet ile strateji arasındaki ilişki coğrafya ve dönem farklılıklarına göre ortaya çıkar. Farklı toplumların farklı stratejik bakış açılarına sahip olmaları, aslında bu mekân ve zaman boyutlarına dayanan farklı dünya algılamalarının ürünüdür.[19]
Coğrafyanın siyasi yorumlanışı ve bu bilgiyi temsil eden disiplin jeopolitik olarak adlandırılır. Jeopolitik, insanlığı mekân faktörüyle karşılıklı ilişki içerisinde inceleyen bir disiplindir. Coğrafyanın bu özelliği sonucu ortaya çıkan “Toplumun stratejik zihniyeti; içinde kültürel, psikolojik, dini ve sosyal değer dünyasını da barındıran tarihi birikimi ile bu birikimin oluştuğu ve yansıdığı coğrafi hayat alanının ortak ürünü olan bir bilincin o toplumun dünya üzerindeki bakış tarzını belirlemesinin ürünüdür.”[20]
Bu bağlamda Rus jeopolitiğine göre, yönetimler ve dönemler değişse de Rus kimliğinin dünya algılayışının değişmediğini söyleyebiliriz. Rus jeopolitik bilincinin, evrensel ideolojik kimlik tanımlamaları öngören sosyalist ideolojiye rağmen varlığını sürdürebilmesi ve Soğuk Savaş sonrası dönemde eski Marksistlerin yönlendirdiği yeni milliyetçi akımlarda kendini tekrar siyasi bir kimlik olarak üretebilmesi bu stratejik zihniyet sürekliliğinin sonucudur.[21]
Ulusal kimlik–jeopolitik arasındaki bu güçlü ve inşa edici bağlantıların mevcudiyeti “jeopolitik” kavramına sınır üreten ve bu sınırı pekiştiren bir önem atfetmiştir. Bu durum ise, “biz” ve “onları” yaratan süreci başlatmış böylece jeopolitik vizyon toprağı ve toprakla birlikte gelişen aidiyeti insanlara aşılamıştır.[22]
Rus jeopolitik kimliğine baktığımızda bazı önemli kavramların ön plana çıktığı görülmektedir. Bu jeopolitik sürecin ilk unsuru “yayılmacı” bakış açısıdır. XVI. Yüzyılda Korkunç Ivan döneminde başlayan “yayılma hareketi” hiç duraksamadan çağımıza kadar gelmiştir. Nesnel tarihsel araştırmalar, Rus kuruluş ve yayılmasının temel nedenlerini, korkuya bağlamıştır. Bin yıl boyunca büyük baskı ve istila hareketlerine sahne olan bu ulus, kimseye güvenmemeyi, sürekli tetikte bulunmayı, üstünlüğe sahip olmadığı yerde ulusal çıkarlarını savunmayı öğrenmiştir. Kuşkusuz coğrafi durum güvensizliğin yarattığı bu ulusal
duyguyu, büyük çapta tahrik etmiştir. Korkunç Ivan’dan bugüne kadarki süreç kıtasal yayılmanın tarihidir. Çünkü doğal savunma hatlarının yokluğundan ileri gelen “savunmacı” yayılma, stratejik alana “güçlü sınırlar” arama ve “saha oluşumları” biçiminde yansımıştır.[23] Bu bağlamda Rusya ve Sovyetler Birliğinin tarihinin her döneminde geçirgen sınırlara sahip olması dış politikalarının oluşumu açısından belirleyici bir rol oynamıştır. Geçirgen sınırlara sahip olmak ülke açısından hem iç hem de dış güvenlik konularında bazı problemlere sebep olabilir. Bu problemler de Rusya’yı güvenliğini maksimum düzeyde sağlayacak hedeflere yöneltmiş, tehdit algılaması ve sınırlanmışlık kompleksini yok etmek için Balkanlar, Baltık ülkeleri, Kafkaslar ve Orta Asya’da tampon güvenlik alanlarının oluşturulmasını sağlama yoluna gitmiştir. Ancak bu durumda da merkez genişledikçe, merkezin çevre üzerindeki kontrol ve etkinliği kaybedilmiştir.[24]
Güvenlik kaygısından kaynaklanan yayılmacılığın asıl nedeni ise Rusya’nın engelsiz ve geniş bir coğrafyaya sahip olmasıydı. Geçirgen bir sınır dış siyasette esneklik imkânı tanımaz, bundan dolayı da sorunsuz bir komşuluk ilişkisi denk güçlerle gerçekleşir. Ancak komşu ülke sayısının artması da sorunları artırır. Çok sayıda komşuya sahip bir ülke ittifak arayışı içine girecek ve bölgede belirli dengeler kurmak zorunda olacaktır. Rusya ise geleneksel olarak partner kullanmayan, genellikle tek basına hareket eden ve kendi kaynaklarına güvenen bir ülkedir. Zaten I. ve II. Dünya savaşlarında ittifak kurduğu ülkelerle daha sonra çatışma içine girmesi de bunun bir göstergesidir. Önce İngiliz-Fransız cephesinde yer alan Rusya, savaşın devam ettiği yıllarda Bolşevik devrimiyle bu kutuptan ayrılmış ve bu gurubu düşman kamp olarak görmeye başlamıştır. Bunun nedeni Batı’nın, kapitalizm ve sömürünün yegâne temsilcisi olarak görülmesi ve diğer halkların kurtarıcısı olarak “proletaryanın kardeşliği” söylevinin ön plana çıkarılmasıdır. Yine II. Dünya savaşında da Hitler Almanya’sıyla ittifak kuran Stalin savaşın sonlarına doğru Almanya ile savaşmıştır. Bu savaşta da kurtarıcı rolünü ön plana çıkaran Sovyet Rusya, faşizmin neden olduğu yıkımı bertaraf edebilecek tek gücün proletarya sınırlarda güçlü olma mecburiyetini getirmiş ve bu da Rus halkının kaynaklarını tüketmiştir. SSCB’nin çökmesinin ana kaynağı olan bu ağır yük ve Mesihçi bakış Rusya’nın küresel bir güçten bölgesel bir güce geçerek ölçek küçültmesine sebep olmuştur. Rus jeopolitik zihniyetinin ikinci önemli unsuru ise imparatorluk kimliği olmuştur.
Yayılmacı politikanın kaçınılmaz sonucu olan bu jeopolitik kimlik doğrultusunda Rusya’nın sınırları tarih boyunca sürekli genişlemiş ve Slavlarla birlikte başka halklar da ülkenin etnik yapısına dâhil olmuştur. Rusya’nın, Avrupa’nın sömürgeci ülkeleri gibi denizler üzerinden değil de stepler, ormanlar, çöller, asarak geniş kara kütlesi üzerinde genişlemesi çok uluslu bir yapı kazanmasına neden olmuştur.[25]
Geniş coğrafyanın getirdiği çoğulcu etnik yapı Rusya’yı imparatorlukların milliyetçi etkilerle parçalandığı 20.yüzyılın basında bir tercihe itmiş ve bu dönemde ortak kimlik ideolojik boyuta taşınmıştır. Böylece imparatorluk yapısını sürdürmeyi başaran Rusya ulus devletin getirdiği parçalanmışlığı hiç yaşamadan bu dönemi atlatmayı başarmıştır. Böylece Sovyet rejimi sosyalist ideolojiyi bir homojenleştirme aracı olarak kullanarak, farklı uluslar arasında Sovyet üst kimliğini tesise yönelmiştir. Bu hedefi gerçekleştirebilmek için “milliyetler politikası” uygulamaya konulmuştur. Stalin, Sovyetler Birliğinde ulusal kimliğin tesisini kısaca “biçimde ulusal özde sosyalist” diye nitelendirmiştir.[26] Bu formülasyon çerçevesinde ulusal kimlikler Sovyet üst kimliği içinde eritilmeye çalışılmış ve SSCB coğrafyası milliyetçiliklerle bölüneceğine “isçi sınıfının enternasyonal hakları” söylemi ile bir arada tutulmuştur.
Jeopolitik zihniyetin üçüncü önemli unsuru ise Rus tarihinin yayıldığı coğrafyanın öznel koşullarıdır. Devasa büyüklükte bir kara parçasını kaplayan Rus devleti, Avrupa ve Asya kıtaları arasında bir geçiş sahasıdır. İki ayrı dünyanın karşılaşma sahasında yaşayan Rus halkının farklı medeniyetler arasında bocalaması, Rus tarihinin en merkezi temalarından biri olmuştur. Batı ve Doğu medeniyetleri arasında sıkışmış olma durumu Rus devlet geleneğinde kendini göstermektedir.[27]
SSCB’nin dağılması Rusya’yı coğrafi olarak daha küçük bir alana hapsetmiştir. Aynı zamanda nüfus olarak da 250 milyondan 150 milyona düsen Rusya, 250 milyon insanı bir arada tutan “proletarya kimliği”ni terk etmiş ve 150 milyon insanı bir arada tutmayı başarabilecek yeni bir kimlik arayışına girmiştir. Çünkü bu yeni coğrafyada da herkes Rus değildi ve tutunumu sağlayacak somut bir ideoloji yoktu.
Jeopolitik açıdan Rusya’nın batısında yeni ve bağımsız devletlerin kurulması Rusya için eskiden beri yaşanan kimlik problemini de beraberinde getirmişti. Rusya 300 yıldan bu yana ilk kez Avrupa’dan bu denli uzak kalmıştı. Bağımsızlık sonrası ortaya çıkan iki gruptan Batıcılar, gelişme ve zenginliği Avrupa ile özdeşleştirdiklerinden Rusya’nın fiziki olarak Batı’ya ne kadar uzak olursa olsun Avrupalı olduğunu iddia ediyordu. Avrasyacılar ise Rusya için Avrupa ile Asya arasında özel bir köprü rolü öngörüyordu. Kimlik problemi ile birlikte tekrar gündeme gelen diğer bir konu ise uluslararası sistemde Rusya’nın yeni statüsünün ne olacağı sorunu idi.[28]
Rusya coğrafi konumu itibariyle Avrasya anakarasında önemli konuma sahip bir ülkedir. Alexandr Dugin gibi jeopolitikçiler tarafından Rus egemenliğinin “mega alanı” olarak görülmekte olan Avrasya, yeni bir imparatorluk gibi algılanmakta ve etnisiteye, dine dayalı idari birimlere bölünmesi önerilmektedir. Dugin’e göre, “Bu birimlere geniş kültürel, ekonomik ve hukuki özerklik verilmeli fakat siyasi, stratejik, jeopolitik ve ideolojik egemenlikleri sert bir şekilde sınırlandırılmalıdır.”[29]
Rus Milliyetçiliği İdeologlarından Aleksandr Dugin |
Bölüm 7. 3: Rus Lideri ve Anavatan Sevgisi
Rus milli karakterinin en temel özelliği vatanseverlik ve liderlere olan sonsuz güvendir. Her millet kendini sever ve bu çok doğal bir durumdur. Ancak Ruslar vatan sevgilerine mistik bir hava katmışlardır. Ruslar için “anavatan” kavramı öylesine üstündür ki, kişisel hatta milli düzeyde, bir çeşit din özelliği taşır. Bu kavram Rus halkının gözünde her türlü maddi değerden önce gelir. Yönetim ise bunu kullanır hatta sömürür.[31]
Bu vatan sevgisi Ruslara kendilerinden başka hiçbir millete güvenmemeyi öğretmiştir. Tarihsel süreçte hep var olan yabancı düşmanlığı Rus psikolojisinde “bizden ve bizden olmayan”, “kendi ve diğer” kavramlarının kökenini oluşturmuştur.[32] Bu kavramları çok etkili bir şekilde kullanan Rus liderleri ise Rusya’yı “biricikleştirmiş” ve Rus insanının dış dünyaya olan korku ve kinini kendisine karşı sonsuz güven ve saygıya dönüştürmüştür.
Böylece sadık tebaaya içerde ortak inançlarla (Slav-Ortodoks kimliği, Çar’a sadakat) “biz” bilinci aşılanmıştır. Rus ideolojisine göre Ruslar tek ve büyük bir ailedir; ailenin reisi ise Çar’dır. Rusya’da herkes onun tabiiyetindedir. Çar tüm ülkenin tek sahibidir, kanunları adaleti imtiyazları ve onuru belirleyen kişidir. Aynı zamanda Rus birliğinin sembolüdür.[33]” Yaşar Onay’ın bu şekilde tanımını yaptığı Rus Çar’ı geçmişten bu yana Rus kimliğine de şekil vermiş ve Rusya’nın kimlik kırılmalarında temel unsur olmuştur. Otokratik bir yönetim tarzı takip eden Rus lider profilinin aslında Bizans ve Moğol geleneğinden etkilendiği söylenebilir.
Rus Çarlığı, kurulduğu tarihten 1905 yılına dek tekelci bir yönetim yapısı sergiledi. Büyük Petro’nun iktidarı sırasında Otokrasi köklü bir yapılanmaya gitmiş ve Romanov hanedanının son çarına dek hükümdarların iktidarı paylaşmama yönündeki tavırları inatla sürdürülmüştür. Rusya’daki toplumsal sınıfların iktidara yaptırım uygulayamaması –ki bu otokrasinin bilinçli olarak yarattığı bir durumdu- çarların güç tekellerini sürdürebilmelerini sağlayan temel nedendir.[34] Bu durumun şekillendiricisi olan Çarlar çok etnikli bir hale gelen devleti yönetmek için ortak bir kimlik oluşturmaktan ziyade başta Yahudi ve Müslümanlar olmak üzere azınlıkların Ortodoksluğa geçmesi için büyük bir baskı ortamı yaratmıştır.[35] Böylece hem azınlıkları hem de toplumsal sınıfları bu şekilde iktidardan uzak tutmayı başaran Çar güçlü bir idare kurmayı başarmıştır.
Bu keyfi yönetim tarzı sınırsız ve mutlak yetkilere sahip bir hükümdarlık kurumu ve ortaya çıkan her türlü siyasal sorunun çözümü noktasında şiddete başvurma alışkanlığı olarak kendini göstermiştir. Sınırsız yetkilere sahip Rus Çarları tarihin her döneminde son derece katı ve keyfi bir saltanat sürmüşlerdir.[36]
Bu keyfi saltanat halkın “çar”a olan sonsuz güveniyle alakalıdır. Çünkü halk hiçbir zaman “çar”a güvensizlik duymamış ve ilahileştirilmiş “çar”, her zaman halkın tek koruyucusu olarak düşünülmüştür. Ayrıca “çar”ın halkın gözündeki korku ve sempatisi ona tanrısal bir kimlik yüklemiştir. Bu tanrısal kimlik ise SSCB’nin kuruluşuna kadar sürmüş ve bu tarihten sonra kişisel liderlik yerini Partiye bırakmıştır. Bu değişim liderin yanında anavatandaki algılayışı da değiştirmiş ve Çarlık dönemindeki “biz” olarak algılanan “Slav- Ortodoks” kimliği yerini Sovyet döneminde ortaya çıkan “Sovyetler Birliği ve Komünist Blok”a bırakmıştır. Böylece yeni tanımlamayla düşman şekil değiştirmiş ve kapitalist cephe (Batı) yabancı düşman olarak görülmüştür. Bu düşmana karşı oluşturulan kimliği ise Batı teknolojisi karşısındaki “tüm isçilerin vatanı” olan SSCB temsil etmiştir.
Çarlık Rusya’sında ve SSCB’de lider ve parti yönetiminin bu şekilde benzerlik göstermesinin nedenleri sebebi Rus tarihinde aranmalıdır. Batı Avrupalı devletlerle karşılaştırıldığında ülkesinde çok daha büyük bir otoriteye sahip olan Rus liderinin bu kadar güçlü olmasının sebebi en güçlü sınıfın (Boyarlar) bile “çar”ın hizmetçisi olması ve güçlü siyasal kimlikler oluşturulamaması ile alakalıdır. Böylece Özerk komünler oluşmamış ve merkezi hükümet yapısı çok güçlü bir hale gelmiştir.[37] Bu paralelde Karl Radek’e göre, Rusya feodal yönetim yapısından kaynaklanan tek bir devlet, tek bir lider ve tek bir hükümet altında birleşerek muhtemel parçalanmanın önüne geçebilmiş, bu denge Rus dış politikasını da etkilemiş ve bölünmüş zayıf bir Rusya’nın taarruzları davet eden bir parçalanmaya gidebilecek iç dinamiklerine karşı oluşmuştur.[38]
1917’de Bolşevik devrimiyle oluşturulan yeni siyasal sistem Rus ulusal kimliğinde önemli kırılmalar yaratmıştır. Önce “çar” ve hanedanı yok edilmiş yerine komünist tek parti konmuştur. Çar’ın yönetim tekeli yeni anayasa ile değiştirilmiş ve federatif bir düzen oluşturulmuştur. Böylece yeni bir devlet sistemi oluşturulmuştur. Bu sürecin en büyük uygulama alanı ise Stalin döneminde parti, denetim mekanizması ve ordunun birleşmesiyle gerçekleşmiştir. Üç öğe de ciddi bir temizliğe tabi tutulmuş ve milyonlarca “iç düşman” yok edilmiştir. Sibirya ve Orta Asya’daki kamplar milyonlarca insanla dolmuş, mareşaller ve Politbüro üyelerinden başlayarak, sıradan vatandaşa kadar herkes bu acımasız makinenin çarkları arasında ezilmiştir. Böylece lidere sadakat geleneği Stalin ve onun partisi ile siyasal sistem içerisinde yeniden yer buldu. “Tüm Halkların Babası” ilan edilen Stalin ise bu ortamda her istediğini yapma hakkını (eski Çarlar gibi) kendinde görebiliyordu.[39]
Sovyetler Birliğinde devletin yanında asıl iktidar komünist partisine aitti. Parti, tekil siyasal yaşama egemendir. Tüm siyasal, ekonomik ve kültürel alanların itici gücü partidir. Devlet ise iktidarın kullanılış biçimidir.[40] SSCB’nin çöküşüne kadarki süreçte önemini koruyan Komünist Parti, Soğuk Savaş’ın son bulmasıyla yeni bir lider ve yönetim yapısıyla tanışmış ve Rus ulusal kimliğinde önemli yer tutan lider (SSCB döneminde ile önemini korumuştur- Lenin, Stalin-) tekrar eski önemini kazanmıştır. SSCB’nin dağılmasıyla liderlik rolü partiden alınmış ve tekrar bireysel lidere devredilmiştir çünkü yeni anayasanın, devlet başkanına olağanüstü yetkiler tanıması, Yeltsin’in ülkenin tek hâkimi olma yolundaki en önemli adımı olarak değerlendirilebilir. Çünkü yeni anayasaya göre devlet başkanı, başbakanın seçilememesi veya hükümetin güvenoyu alamaması durumunda Parlamento’yu anında feshedebiliyor. Ayrıca Anayasa Mahkemesi, Yargıtay Başkanı ve Başsavcıyı atama yetkisi de devlet başkanının görevlerinden olduğu belirtiliyor.[41]
Bölüm 7. 4: Din Unsuru ve Ortodoks Kimliği
988 yılında kabul edilen Hıristiyanlık, Kiev Rusyası zamanında devletin temelini oluşturmuş, Tatar hükümeti zamanında ise imtiyazlı hale getirilmiştir. Böylece Rus Ortodoks Kilisesi, Rus Çarlığının kuruluşundan yıkılısına kadar Rusları birleştiren en önemli kurum ve dolayısıyla Rus milli kimliğinin en önemli unsurlarından birisi olmuştur.[42] Bu kimliksel algılayış Ortodoksluğu yegâne doğru mezhep olarak tanımlamış ve insanlar Ortodoks öğretinin etrafında birleştirilerek kabile farklılıkları ortadan kaldırılmıştır. Bu yüzden ortak bir
Rus kimliğinin ortaya çıkısında Ortodoksluk önemli bir yere sahiptir.[43]
Korkunç İvan |
Ortodoksluğun bu birleştirici yönü sadece kabileleri birleştirmekle kalmamış kilise ve devlet kurumları için de ortak bir dünya algılayışı getirmiştir. Çünkü Rus kilisesi, Bizans imparatorluğundaki kilise ve devlet arasındaki uyumlu işbirliği tavrını benimsedi, fakat devletler her zaman daha güçlü olan taraftı. Uyum, devletin kilise üzerindeki hâkimiyetiyle sağlandı. Bu yüzden Latin–Hıristiyan tarihinde sıkça rastlanan devlet-kilise çekişmesine Rus tarihinde rastlanmaz.[46] Bu algılayış birliği ise esasında Ortodoksluğun hem hükümdar ve hem de halkın kimliğinin tek dayanak noktası olarak algılanmasına dayanıyordu. Böylece din hem milli şuurun gelişmesinin bir etkeni, hem de hükümdar ile uyrukları arasındaki bağı meşru kılan bir yöntemdi. Böylece kilise, Rusya’da siyasi sistemin muhtaç olduğu ideolojik temeli sunuyordu.[47]
Rus siyasal sistemini oluşturan bu ideolojik temel, Ortodoks Hıristiyanlığın kabulü sebebiyle Rusya’yı bütünüyle Bizans’a ait motiflerle dolu statik Bizans etkisi altına soktu. İşte bu durum, Rusya’yı Roma-Katolik ve Müslüman-Türk kimliklerinden kesin olarak ayırmış ve bu ülkeleri “öteki” hale getirmiştir. Bu gelişme Rus tarihinin bütün evrelerine damgasını vurmuştur.[48]
Çarlık döneminde başlayan ortak kimlik yaratma süreci Stalin rejiminin emperyalist yayılmacı tutumunu ve Rus milliyetçiliğini de desteklemiştir.[49] Böylece Sovyet rejiminde de bir dönem etkinliğini devam ettirebilen Ortodoks-Rus kimliği, II. Dünya savaşında Nazilere karşı kullanılan temel tutunum rolünü başarıyla yerine getirmiş ve din unsuru Rus halkını bir kez daha ötekilere bir arada tutabilmiştir.
Bu dönemde etkin bir araç haline gelen Rus Ortodoks Kilisesi devlet desteğinde önemli bir dış politika enstrümanı olarak da işlev görmüştür. Nitekim Dünya Kiliseler Konseyi’nde önemli bir etkiye sahip olan Rus Ortodoks Kilisesi, özellikle ABD’de ve liberal demokratik ülkelerde daha faal olmuştur. Üçüncü Dünya ülkelerinde ise Ortodoks kilisesi, bu ülkelerin ulusal bağımsızlık hareketlerinin desteklenmesinde oldukça başarılı olmuştur.[50] Ancak daha sonraki dönemde yapılan dinsizlik propagandasından sonra Rus toplumunda Ortodoksluğun izleri önemli ölçüde silinmiş, Ortodoks gelenekler zayıflamıştır. Böylece Ortodoksluk Rus milli kimliğinin önemli bir parçası olmaktan çıkmıştır.[51] Ortodoksluğun yerini ise ateizm almıştır. Bu yeni algılayışın yeni peygamberi Lenin, kutsal kitabı Lenin’in kaleme aldığı 30 ciltlik eseri, Lenin’in portresi ise evlerdeki ikon ve aziz tasvirlerinin yerini almış; mozolesi ise bugünde ziyaretçi akınına uğrayan kutsal bir mekân haline getirilmiştir.[52]
SSCB’nin kendini tasfiye etmesinden sonraki süreçte ise Rus Ortodoks Kilisesi’nin tekrar ön plana çıkması, XIX. Yüzyıldaki gibi Rusya’da yeni bir din uyanışının ve Ortodoks fundamentalizminin yeniden canlanmasına neden olmuştur. Nitekim 1992’de toplanan Rus Ortodoks kilisesi Kardinaller Konseyi su kararları almıştır: “Ortodoks kilisesi, tekrar toplum içinde her zamanki yerini almış ve insanların yaşamı ve olayların gidişatı üstünde fikir yürütme işlevini başlatmış bulunmaktadır. Kilise ne sağ ne de sol guruplara ait olup; hiçbir grubun taraftarı değildir; hepsinin üstündedir, hepsini ve toplumu birleştirmeyi amaçlamaktadır. Bizler toplumun liderlerini ve politikacıları desteklemeye devam edeceğiz; onlarda toplumun ideallerini inandığımız düzen içinde yürütmeye devam edeceklerdir…
Kilise politik mücadelenin içindedir ve her zaman olduğu gibi orada olmaya, yönlendirmeye ve asla pasif kalmamaya kararlıdır.[53]
SSCB sonrası Rus Ortodoks Kilisesi’nin üstlendiği rol ve aldığı yer şu şekilde özetlenebilir:
- Rus milli kimliğinin yeniden temel unsuru olma iddiası
- Eski Sovyet ülkelerinde yaşayan Ruslar açısından birleştirici bir rol iddiası
- Üç Slav devletini (Rusya, Ukrayna, Beyaz Rusya) birleştirme amacı
- Diğer eski Sovyet ülkelerinde Rusya’nın etkisinin devam etmesinin bir garantisi olma ve bu alanda entegrasyonu destekleme[54]
Bu doğrultuda Soğuk Savaş sonrası dönemde Rus Ortodoks Kilisesi, Dünya Kiliseler Konseyi çatısı altında özellikle barış kampanyaları, silahsızlanma faaliyetleri ve üçüncü dünyadaki devrimci hareketleri destekleyici faaliyetlerini güçlendirmiştir. Rusya devlet mekanizması içerisinde Moskova Patriği Sovyet dönemindeki silahlı kuvvetlerle birlikte yürüttüğü jeopolitik esaslara dayalı politikaları destekleyici rol oynamıştır. Nitekim Ortodoks Kilisesi Soğuk Savaş sonrasında da Yunanistan, Bulgaristan, Moldova, Romanya, Ukrayna ve Bulgaristan kiliseleri ile müşterek faaliyetleri yoğunlaştırmıştır.[55]
Devlet açısından baktığımızda ise din unsurunun toplumu bir araya getirmek ve “ateist” Komünizmin bıraktığı yabancı mirastan kurtulabilmek için Rusya Federasyonu özelinde milliyetçi söylem giderek dinsel motiflerden yararlanmaktadır. Böylece Din Sovyetler sonrası Rus kimliğinin önemli bir unsuru olmaya devam etmektedir. Ortodoks birlik özellikle radikal milliyetçiler için eski Sovyetler Birliği coğrafyasında birliği temsil etmekte bu nedenle klişeye büyük destek vermektedirler.[56] Böylece devlet kilise ilişkisi karşılıklı çıkar odaklı yürümekte, devlet kilise sayesinde daha geniş bir meşruiyete kavuşurken, kilise de etkin katılımıyla devlet politikalarını yönlendirmektedir.
Zaten Putin, devlet başkanı olduğunda hem Çarlık Rusyası hem de SSCB’deki bazı sembolleri yeni Rusya için de benimsemiştir. Çarlık Rusyasında Ortodoksluk, Rus kimliğinin bir parçası olduğundan Putin bu unsuru bugünkü Rusya için benimsemiştir. Artık din hayatın her alanında boy göstermektedir. Hatta Patrik II. Aleksiy’in tören ve açılışlardan başka diplomatik alanlarda yapılan toplantı ve görüşmelerde de görmek mümkündür.[57]
Vladimir Vladimiriç Putin
Bundan yaklaşık altı asır önce Rus Ortodoks Kilisesi Rus Knezliklerinin Türk-İslam devleti olan Altın Orda’nın boyunduruğundan kurtulup Moskova etrafında birleşerek Rus devletinin ortaya çıkmasında büyük rol oynamıştır. Rus Kilisesi buna benzer bir rolü bugün de üstlenmiş bulunmaktadır. Kilisenin Patriği II. Aleksiy, kendisini bütün Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT) coğrafyasının Ortodoks lideri olarak görmekte ve Rusya Federasyonu, Beyaz Rusya ve Ukrayna’yı birleştirmenin yanı sıra diğer eski Sovyet Cumhuriyetlerinde de Rusya’nın etkisinin devam etmesi için çaba göstermektedir. Bu bağlamda II. Aleksiy, Vatikan ile Ukrayna’nın doğusu Ortodoks ve Rus yanlısı, Batısı Katolik ve Batı yanlısı olarak bilinmektedir. Nitekim “Turuncu Devrim” sırasında Batı ile Doğu arasındaki mücadelede din unsuru da yer almıştır. Ukrayna’da Katoliklerin artması, aynı zamanda Ukrayna ve Beyaz Rusya’nın Rusya ile birleşme sansını azaltmaktadır. Çünkü ortaya kültürel farklılıklar çıkacaktır. “Birkaç devlet bir kilise” ilkesini benimseyen Rus Ortodoks kilisesine göre Katolik Kilisesi, Ukrayna’nın Rusya’dan uzaklaşması ve yönünü Batıya çevirmesi için çalışmaktadır.
Ancak Rusya ve Rus Ortodoks kilisesi buna karşı çıkmakta ve buradaki Rus nüfusunu destekleyici nitelikte kullanmaktadır. Ayrıca özellikle Ortodoks kiliselerin bulunmadığı bazı ülkelerde Rusya büyükelçilerinin Ortodoks kilisesine verdiği önemin altını çizmektedir.
Rusya büyükelçileri arazilerinde Ortodoks kiliselerinin inşası bizlere Kiev Rusyası zamanında yabancı ülkelerle yapılan antlaşmalar sırasında dini görevlilerin bulunması ve antlaşmalar imzalanmadan önce haçların öpülmesi gibi adetleri hatırlatmaktadır.[58] Böylece Rus Ortodoks Kilisesi yurt dışında da Rusya dışişleri ile sıkı irtibat içinde bulunarak, faaliyetlerine devam etmekte ve yukarıda açıkladığımız misyonunu yerine getirmeye gayret etmektedir. Sonuç olarak, SSCB’nin yıkılması sonucu, kimlik sorunuyla karşı karşıya kalan Ruslar, çok geçmeden bu boşluğu doldurmaya çalışmış ve bu süreçte dine büyük önem vermişlerdir. Rus Ortodoks Kilisesi, Rus kimliğinin bir parçası haline gelmiş ve kendini hayatın her alanında göstermiştir. Ayrıca, Moskova Patrikhanesi, bazı eski Sovyet Cumhuriyetleri’nde de varlığını korumaya çalışırken, Rusya ile tamamen bağını koparmak isteyen bazı devletler, Rus yayılmacılığının bir unsuru olarak gördükleri patrikhaneyle yollarını ayırmak istemiştir. Dolayısıyla Rus Ortodoks kilisesi son zamanlarında başka birçok klişe ile de sorun yaşamaktadır. Diğer taraftan Rus Ortodoks kilisesi eski Sovyet toprakları başta olmak üzere misyonerlerini dünyanın bir tarafına gönderen Vatikan’a karşı da mücadele vermek zorundadır. Bu mücadele ve ülke içindeki bazı konularda kilise, arkasına devletin desteğini alırken, devlet de klişeyi kendi politikasında bir araç olarak kullanmaktadır.
Bununla birlikte Ortodoksluk, Ruslar için bir dinden ziyade, milli kimliğin bir parçası olsa da Ruslar Moskova’nın III. Roma olduğuna ve ebediyen devam edeceğine ve dördüncü bir Roma’dan söz ettirmeyeceği iddialarına daha fazla inanmaya başlamışlardır. Nitekim daha önce “Tanrı”, “kutsal”,”inanç” gibi kavramları dile getirmeye korkan Rusların yeni milli marşı hem dini motifler içermekte hem de Rusya’nın ebediyen devam edeceğine işaret etmektedir.[59]
SSCB’nin kendini tasfiye etmesinden sonraki süreçte ise Rus Ortodoks Kilisesi’nin tekrar ön plana çıkması, XIX. Yüzyıldaki gibi Rusya’da yeni bir din uyanışının ve Ortodoks fundamentalizminin yeniden canlanmasına neden olmuştur. Nitekim 1992’de toplanan Rus Ortodoks kilisesi Kardinaller Konseyi su kararları almıştır: “Ortodoks kilisesi, tekrar toplum içinde her zamanki yerini almış ve insanların yaşamı ve olayların gidişatı üstünde fikir yürütme işlevini başlatmış bulunmaktadır. Kilise ne sağ ne de sol guruplara ait olup; hiçbir grubun taraftarı değildir; hepsinin üstündedir, hepsini ve toplumu birleştirmeyi amaçlamaktadır. Bizler toplumun liderlerini ve politikacıları desteklemeye devam edeceğiz; onlarda toplumun ideallerini inandığımız düzen içinde yürütmeye devam edeceklerdir…
Kilise politik mücadelenin içindedir ve her zaman olduğu gibi orada olmaya, yönlendirmeye ve asla pasif kalmamaya kararlıdır.[53]
SSCB sonrası Rus Ortodoks Kilisesi’nin üstlendiği rol ve aldığı yer şu şekilde özetlenebilir:
- Rus milli kimliğinin yeniden temel unsuru olma iddiası
- Eski Sovyet ülkelerinde yaşayan Ruslar açısından birleştirici bir rol iddiası
- Üç Slav devletini (Rusya, Ukrayna, Beyaz Rusya) birleştirme amacı
- Diğer eski Sovyet ülkelerinde Rusya’nın etkisinin devam etmesinin bir garantisi olma ve bu alanda entegrasyonu destekleme[54]
Bu doğrultuda Soğuk Savaş sonrası dönemde Rus Ortodoks Kilisesi, Dünya Kiliseler Konseyi çatısı altında özellikle barış kampanyaları, silahsızlanma faaliyetleri ve üçüncü dünyadaki devrimci hareketleri destekleyici faaliyetlerini güçlendirmiştir. Rusya devlet mekanizması içerisinde Moskova Patriği Sovyet dönemindeki silahlı kuvvetlerle birlikte yürüttüğü jeopolitik esaslara dayalı politikaları destekleyici rol oynamıştır. Nitekim Ortodoks Kilisesi Soğuk Savaş sonrasında da Yunanistan, Bulgaristan, Moldova, Romanya, Ukrayna ve Bulgaristan kiliseleri ile müşterek faaliyetleri yoğunlaştırmıştır.[55]
Devlet açısından baktığımızda ise din unsurunun toplumu bir araya getirmek ve “ateist” Komünizmin bıraktığı yabancı mirastan kurtulabilmek için Rusya Federasyonu özelinde milliyetçi söylem giderek dinsel motiflerden yararlanmaktadır. Böylece Din Sovyetler sonrası Rus kimliğinin önemli bir unsuru olmaya devam etmektedir. Ortodoks birlik özellikle radikal milliyetçiler için eski Sovyetler Birliği coğrafyasında birliği temsil etmekte bu nedenle klişeye büyük destek vermektedirler.[56] Böylece devlet kilise ilişkisi karşılıklı çıkar odaklı yürümekte, devlet kilise sayesinde daha geniş bir meşruiyete kavuşurken, kilise de etkin katılımıyla devlet politikalarını yönlendirmektedir.
Zaten Putin, devlet başkanı olduğunda hem Çarlık Rusyası hem de SSCB’deki bazı sembolleri yeni Rusya için de benimsemiştir. Çarlık Rusyasında Ortodoksluk, Rus kimliğinin bir parçası olduğundan Putin bu unsuru bugünkü Rusya için benimsemiştir. Artık din hayatın her alanında boy göstermektedir. Hatta Patrik II. Aleksiy’in tören ve açılışlardan başka diplomatik alanlarda yapılan toplantı ve görüşmelerde de görmek mümkündür.[57]
Vladimir Vladimiriç Putin
Bundan yaklaşık altı asır önce Rus Ortodoks Kilisesi Rus Knezliklerinin Türk-İslam devleti olan Altın Orda’nın boyunduruğundan kurtulup Moskova etrafında birleşerek Rus devletinin ortaya çıkmasında büyük rol oynamıştır. Rus Kilisesi buna benzer bir rolü bugün de üstlenmiş bulunmaktadır. Kilisenin Patriği II. Aleksiy, kendisini bütün Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT) coğrafyasının Ortodoks lideri olarak görmekte ve Rusya Federasyonu, Beyaz Rusya ve Ukrayna’yı birleştirmenin yanı sıra diğer eski Sovyet Cumhuriyetlerinde de Rusya’nın etkisinin devam etmesi için çaba göstermektedir. Bu bağlamda II. Aleksiy, Vatikan ile Ukrayna’nın doğusu Ortodoks ve Rus yanlısı, Batısı Katolik ve Batı yanlısı olarak bilinmektedir. Nitekim “Turuncu Devrim” sırasında Batı ile Doğu arasındaki mücadelede din unsuru da yer almıştır. Ukrayna’da Katoliklerin artması, aynı zamanda Ukrayna ve Beyaz Rusya’nın Rusya ile birleşme sansını azaltmaktadır. Çünkü ortaya kültürel farklılıklar çıkacaktır. “Birkaç devlet bir kilise” ilkesini benimseyen Rus Ortodoks kilisesine göre Katolik Kilisesi, Ukrayna’nın Rusya’dan uzaklaşması ve yönünü Batıya çevirmesi için çalışmaktadır.
Ancak Rusya ve Rus Ortodoks kilisesi buna karşı çıkmakta ve buradaki Rus nüfusunu destekleyici nitelikte kullanmaktadır. Ayrıca özellikle Ortodoks kiliselerin bulunmadığı bazı ülkelerde Rusya büyükelçilerinin Ortodoks kilisesine verdiği önemin altını çizmektedir.
Rusya büyükelçileri arazilerinde Ortodoks kiliselerinin inşası bizlere Kiev Rusyası zamanında yabancı ülkelerle yapılan antlaşmalar sırasında dini görevlilerin bulunması ve antlaşmalar imzalanmadan önce haçların öpülmesi gibi adetleri hatırlatmaktadır.[58] Böylece Rus Ortodoks Kilisesi yurt dışında da Rusya dışişleri ile sıkı irtibat içinde bulunarak, faaliyetlerine devam etmekte ve yukarıda açıkladığımız misyonunu yerine getirmeye gayret etmektedir. Sonuç olarak, SSCB’nin yıkılması sonucu, kimlik sorunuyla karşı karşıya kalan Ruslar, çok geçmeden bu boşluğu doldurmaya çalışmış ve bu süreçte dine büyük önem vermişlerdir. Rus Ortodoks Kilisesi, Rus kimliğinin bir parçası haline gelmiş ve kendini hayatın her alanında göstermiştir. Ayrıca, Moskova Patrikhanesi, bazı eski Sovyet Cumhuriyetleri’nde de varlığını korumaya çalışırken, Rusya ile tamamen bağını koparmak isteyen bazı devletler, Rus yayılmacılığının bir unsuru olarak gördükleri patrikhaneyle yollarını ayırmak istemiştir. Dolayısıyla Rus Ortodoks kilisesi son zamanlarında başka birçok klişe ile de sorun yaşamaktadır. Diğer taraftan Rus Ortodoks kilisesi eski Sovyet toprakları başta olmak üzere misyonerlerini dünyanın bir tarafına gönderen Vatikan’a karşı da mücadele vermek zorundadır. Bu mücadele ve ülke içindeki bazı konularda kilise, arkasına devletin desteğini alırken, devlet de klişeyi kendi politikasında bir araç olarak kullanmaktadır.
Bununla birlikte Ortodoksluk, Ruslar için bir dinden ziyade, milli kimliğin bir parçası olsa da Ruslar Moskova’nın III. Roma olduğuna ve ebediyen devam edeceğine ve dördüncü bir Roma’dan söz ettirmeyeceği iddialarına daha fazla inanmaya başlamışlardır. Nitekim daha önce “Tanrı”, “kutsal”,”inanç” gibi kavramları dile getirmeye korkan Rusların yeni milli marşı hem dini motifler içermekte hem de Rusya’nın ebediyen devam edeceğine işaret etmektedir.[59]
[1] Zeynep Dağı, Kimlik, Milliyetçilik ve Dış politika
Rusya’nın Dönüşümü, İstanbul: Boyut Kitapları, 2002, s.28
[2] Aleksandr Devederov, Rusya
Ulusal Güvenlik Konsepti ve Rus-Amerikan ilişkilerine Etkisi -1991’den
günümüze-, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü, 2003),s.3
[3] Aleksandr Dugin, Rus Jeopolitiği Avrasyacı Yaklaşım, İstanbul: Küre Yayınları, 2004,
s.27
[4] İhsan Çomak(ed.), Rusya Stratejik Araştırmaları–1,
İstanbul: Tasam Yayınları, 2006, s.212
[5] Aleksandr Devederov, Rusya
Ulusal Güvenlik Konsepti ve Rus-Amerikan ilişkilerine Etkisi -1991’den
günümüze-, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü, 2003),s.3
[6] Aleksandr Devederov, Rusya
Ulusal Güvenlik Konsepti ve Rus-Amerikan ilişkilerine Etkisi -1991’den
günümüze-, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü, 2003),s.3
[7] Aleksandr Devederov, Rusya
Ulusal Güvenlik Konsepti ve Rus-Amerikan ilişkilerine Etkisi -1991’den
günümüze-, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü, 2003),s.3-4
[8] S. Harun Yılmaz, Rusya’da Devlet Merkezli Sistem ve
Bürokrasi, İstanbul: Versus Kitap, 2006, s.103
[9] Mesut Hakkı Caşın, Rus imparatorluk Stratejisi,
İstanbul: Okumuş Adam Yayınları, 2006, s.17
[10] Süleyman Kocabaş, Tarihimizde Komplolar, İstanbul:
Vatan Yayınları, 2003, s. 29
[11]
Süleyman Kocabaş, Tarihimizde
Komplolar, İstanbul: Vatan Yayınları, 2003, s.30
[12]
Süleyman Kocabaş, Tarihimizde Komplolar, İstanbul: Vatan
Yayınları, 2003, s.30
[13] Elnur Soltan, “Coğrafya,
Tarih ve Rus Kimliği”, Avrasya
Dosyası, Cilt:6, Sayı:4, s. 67
[14] Leslie Holmes, Post Komünizm, İstanbul: Doruk
Yayınları, 2002, s.65
[15] A. Sevinç Özcan, Bir Sovyet Mirası Rus Azınlıklar,
İstanbul: Küre yayınları, 2005, s.7
[16] A. Sevinç Özcan, Bir Sovyet Mirası Rus Azınlıklar,
İstanbul: Küre yayınları, 2005, s.8
[17] Leslie Holmes, Post Komünizm, İstanbul: Doruk
Yayınları, 2002, s.67
[18] Zeynep Dağı, Kimlik, Milliyetçilik ve Dış politika
Rusya’nın Dönüşümü, İstanbul: Boyut Kitapları, 2002, s.163
[19] Ahmet Davutoğlu, Stratejik Derinlik, İstanbul:
Küre Yayınları, 2004, s. 29
[20] Ahmet Davutoğlu, Stratejik Derinlik, İstanbul:
Küre Yayınları, 2004, s. 29
[21] Ahmet Davutoğlu, Stratejik Derinlik, İstanbul:
Küre Yayınları, 2004, s. 30
[22] Zeynep Dağı, Kimlik, Milliyetçilik ve Dış politika
Rusya’nın Dönüşümü, İstanbul: Boyut Kitapları, 2002, s.172
[23] Mesut Hakkı Caşın, Rus imparatorluk Stratejisi,
İstanbul: Okumuş Adam Yayınları, 2006, s.42
[24] Aleksandr Devederov, Rusya
Ulusal Güvenlik Konsepti ve Rus-Amerikan ilişkilerine Etkisi -1991’den
günümüze-, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü, 2003),s.5
[25] Fırat Purtaş, Rusya Federasyonu Ekseninde Bağımsız
Devletler Topluluğu, Ankara: Platin Yayınları, 2005, s.13
[26] Zeynep Dağı, Kimlik, Milliyetçilik ve Dış politika
Rusya’nın Dönüşümü, İstanbul: Boyut Kitapları, 2002, s.82
[27] Esra Atalı,
1905 Rus
Devrimi ile 1908 Jön Türk Devrimi’nin Karşılaştırmalı incelemesi,
(Yüksek Lisans
Tezi,
Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2002) s. 6.
[28] Aleksandr Devederov, Rusya
Ulusal Güvenlik Konsepti ve Rus-Amerikan ilişkilerine Etkisi -1991’den
günümüze-, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü, 2003),s.6
[29] Elhan Veliyev, SSCB
Sonrası Türk-Siyasal ve Askeri İlişkileri (1992–2002 Dönemi), (Yüksek
Lisans Tezi,
Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü, 2002) s.26
[30] Elhan Veliyev, SSCB
Sonrası Türk-Siyasal ve Askeri İlişkileri (1992–2002 Dönemi), (Yüksek
Lisans Tezi,
Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü, 2002) s.26
[31] Yaşar Onay, Rusya ve Değişim, Ankara: Nobel Yayıncılık,
2002, s.33
[32] Yaşar Onay, Rusya ve Değişim, Ankara: Nobel Yayıncılık,
2002, s.33
[33] Yaşar Onay, Rusya ve Değişim, Ankara: Nobel Yayıncılık,
2002, s.36
[34] Esra Atalı,
1905 Rus
Devrimi ile 1908 Jön Türk Devrimi’nin Karşılaştırmalı incelemesi,
(Yüksek Lisans Tezi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2002) s.8
[35] A. Sevinç Özcan, Bir Sovyet Mirası Rus Azınlıklar,
İstanbul: Küre yayınları, 2005, s. 7
[36] İlker Gökhan
Sen, Rusya
Federasyonu Siyasal Sistemi, (Yüksek Lisans Tezi, Anadolu Üniversitesi
Sosyal
Bilimler
Enstitüsü, 2003), s. 38
[37] Esra Atalı, 1905 Rus
Devrimi ile 1908 Jön Türk Devrimi’nin Karşılaştırmalı incelemesi,
(Yüksek Lisans Tezi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2002) s.8
[38] Mesut Hakkı Caşın, Rus imparatorluk Stratejisi,
İstanbul: Okumuş Adam Yayınları, 2006, s.221
[39] Turan Aydın, “İmparatorluğun
Çöküşü”, Uluslararası ilişkilerde Olaylar ve Yorumlar Dergisi,
sayı:1, s. 4.
[40] Şeref Gözübüyük, Anayasa Hukuku, Ankara: Turhan
Kitabevi, 2004, s. 55
[41] Özgür Süleyman
Kılıçaslan, “Yeltsin: Yeni Bir Çar mı?” Uluslararası İlişkilerde
Olaylar ve Yorumlar
Dergisi,
Sayı:16,
s. 5
[42] Anar
Somuncuoglu, “Roma Katolik Kilisesi ve Fener Rum Patrikhanesi’nin Eski Sovyet
Alanındaki
Faaliyetleri,” Stratejik Analiz Dergisi, cilt:3, Sayı:28,
s. 1
[43] İlker Aktükün,
Eski Sovyetler Birliğinde Milliyetler Politikası ve “Yeni Dünya Düzeni”
Çerçevesinde Günümüze Yansıması, (Yüksek Lisan Tezi, İstanbul
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2002) s.
[44]
O dönemde Rusların kendi dinlerinden olmayanlar için kullandıkları isim
[45] İlker Aktükün,
Eski Sovyetler Birliğinde Milliyetler Politikası ve “Yeni Dünya Düzeni”
Çerçevesinde Günümüze Yansıması, (Yüksek Lisan Tezi, İstanbul
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2002) s. 15
[46] Esra Atalı,
1905 Rus
Devrimi ile 1908 Jön Türk Devrimi’nin Karşılaştırmalı incelemesi,
(Yüksek Lisans Tezi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2002) s.9
[47] Reşat Uzmen, Tamamlanmamış Rusya, İstanbul:
Ötüken Yayınları, 2003, s.86
[48] Yaşar Onay, Rusya ve Değişim,
Ankara: Nobel Yayıncılık, 2002, s.16
[49] Mesut Hakkı Caşın, Rus imparatorluk Stratejisi,
İstanbul: Okumuş Adam Yayınları, 2006, s.289
[50] Mesut Hakkı Caşın, Rus imparatorluk Stratejisi,
İstanbul: Okumuş Adam Yayınları, 2006, s.290
[51] Anar
Somuncuoglu, “Putin’in iktidarı: Sovyet Sonrası Rus siyasi Rejiminin
Sağlamlaştırılması”, Stratejik
Analiz Dergisi,
Cilt:2, sayı:24, Nisan 2002, s.61
[52] İlyas Kamalov, “Hayalden
Gerçeğe III. Roma Rus Ortodoks Kilisesi,” Stratejik Analiz Dergisi, cilt:29, s. 66
[53] Mesut Hakkı Caşın, Rus imparatorluk Stratejisi,
İstanbul: Okumuş Adam Yayınları, 2006, s.291
[54] Elnur Soltan “Coğrafya, Tarih ve
Rus Kimliği,” Avrasya Dosyası, Cilt:6, Sayı:4, Kıs 2001, s.67
[55] Mesut Hakkı Caşın, Rus imparatorluk Stratejisi,
İstanbul: Okumuş Adam Yayınları, 2006, s.290
[56] Zeynep Dağı, Kimlik, Milliyetçilik ve Dış politika
Rusya’nın Dönüşümü, İstanbul: Boyut Kitapları, 2002, s.104
[57] İlyas Kamalov, “Hayalden
Gerçeğe III. Roma Rus Ortodoks Kilisesi,” Stratejik Analiz Dergisi, cilt:29, s.67
[58] İlyas Kamalov, “Hayalden
Gerçeğe III. Roma Rus Ortodoks Kilisesi,” Stratejik Analiz Dergisi, cilt:29, s.65-67
[59] İlyas Kamalov, “Hayalden
Gerçeğe III. Roma Rus Ortodoks Kilisesi,” Stratejik Analiz Dergisi, cilt:29, s.70
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder