Bölüm 8: Rus Düşünce Akımları
Rusya’da XVIII. ve XIX. Yüzyıllarda aydın çevrelerde yapılan tartışmalarda, iki düşünce akımı ortaya çıktı. Ortaya çıkan bu akımların temsilcileri, Slav milliyetçileri ve Batıcılar olarak nitelendirildiler. Slav milliyetçileri tarihsel gelişimin sonucu olarak Slavlığın bir kültürel birlik oluşturduğunu ve diğer Slav halklarla ilişki kurulmasını vurgularken, Batıcılar Büyük Petro’nun başlattığı Rus imparatorluğunun Avrupa’ya açılmasına bağlandılar.[1] Ancak yinede bu iki düşünce önemli bir noktada birleşiyordu. Batıcı, Slavcı… biri ne kadar ulusunu, vatanını seviyorsa “öteki” de bir o kadar seviyordu aslında “ülkemiz büyük halkımız mutlu olsun” sözleri hepsinin tutkusuydu; içinde bulundurdukları zamanı hepsi sert bir dille yeriyor, yine hepsi parlak bir geleceği müjdeliyordu.
Moskova’nın seçkin eski soylularından zengin ve nüfuzlu aile çocukları olarak bir geleneği sürdüren, köklü bir dini terbiye almış ve Alman romantizminin –tabi ki dini– felsefesiyle yetişmiş olan Slavcılar görkemli geleceğin güvencesini ve özünü parlak geçmişte buldukları için, hepsinin de dileği, umudu, rüyası şuydu. Tutarlı bir tarih anlayışına bağlanmaktı: Ötekiler –yani Batıcılar- ise, toplumun değişik çevrelerinden geliyorlardı. En çok da Fransız siyasi düşünceleriyle ve Hegelci felsefeyle beslenmişlerdi.[2] Bu farklılıklar hangi kıtaya ait olunduğu yönündeki soru ile kızıştı. Çünkü bu soru Rus ulusal kimliğinin Dış politikada nasıl bir yön belirleyeceği ile alakalıydı. Rusya’nın yüzünü nereye çevireceği sorusu salt coğrafyanın böldüğü bir kimlikle açıklanamazdı. Ancak Oswald Spengler’in dediği gibi Rusya, Bizans’tan Tatar egemenliği, oradan Büyük Petro’nun Batıya yönelişi ve Orta Avrupa Marksizm’ini devralışı sonrasında dahi hiçbir zaman kendi öz kültürel kimliğini bulamamıştır.[3]
Bunun sebebi ise Rus aydınların da belirttiği gibi tarihlerinin göç ve sömürgeleştirme sürecinden geçmesidir. Rusların milli kimlikleri tam olarak oluşmadan, ülkelerinin sınırlarını genişleterek farklı toplumlar içlerine alma durumunda olduklarından dolayı ve başka bir ifadeyle, devlet oluşumunun bitmeyen bir genişlemeyle paralel ilerlemesiyle, emperyal ve belirsiz bir kimliğe bürünmüş olduğundandır.[4] Yani Rus devletinin genişleme hız ve boyutları yeni toplumları eritmeye ve göreceli olarak sabit bir kimlik oluşturmaya izin vermeyecek kadar büyüktür.
Rus kimliğini netleştirmeye çalışan bu iki yaklaşım (Batıcılar ve Slav milliyetçileri) aslında su iki soruyu içlerinde barındırmaktadır: ”Rusya nedir?” ve “Avrupa ile ilişkileri nasıl olmalıdır?” Böylece her iki akım da kendi penceresinden Rusya’nın kaderi ve dünyadaki yeri üzerinde net açılımları halkına sunmaya çalışıyordu. Bu bağlamda ele alacağımız bu iki kimlik Rus insanını ve onun dünyaya bakışını anlamamıza büyük katkı sağlayacaktır.
Sonuç olarak sunu söyleyebiliriz ki 20.yüzyılın baslarında, merkezi ve modern bir devlete dönüşemeyen bir imparatorluk yapısı ile Rus kimliğinin kurulması/kurgulanması bir açmaz ve gerginlik kaynağı olmuştur. İmparatorluğun muhafazası çok uluslu/enternasyonal bir yaklaşımı gerektirirken, imparatorluğun hegemonik bir Rus/Ortodoks kimliğine dayanması Rus ulusal kimliğinin biçimlenmesinde “belirsizliklere” yol açmıştır. Başka bir ifadeyle Rus halkının ve Rus ülkesinin emperyal bir çerçevede tanımlanması zorluklar yaratmıştır. Bunun yanı sıra Batı, Bizans ve Müslüman dünyası içinde yer almanın getirdiği “kültürel/siyasal kavsak”, Rusya’da derin bir güvensizliğe neden olmuş, bu güvensizlik duygusu da paradoksal olarak “Rus” öğeler içeren emperyal bir misyon ve emperyal kimlikle bütünleştirilerek asılmaya çalışılmıştır. Ancak sorun asılamamış, 19. ve 20. yüzyılların emperyal Rusya’sının “modernizasyonu” tartışmalarına damgasını vuran “Batıcılar/Slavofiller” ayrışmasıyla kimlik tartışmaları emperyal siyasetin merkezine taşınmıştır. Bir yandan modernleşmenin yarattığı sınıflar ve entelijansiyanın, öte yandan da modernleşmenin iflasının tetiklediği Bolşevik devrimiyle de kimlik tartışmaları bambaşka bir biçime dönüşmüştür.[5]
Ulusal kimlik/emperyal devlet ilişkisinde yaşanılan sıkıntılar 74 yıllık Sovyet modelinde de önemli ölçüde devam etmiştir. Sovyetler Birliği’nin devam eden çok uluslu etnik/toplumsal yapısı, formel olarak farklı cumhuriyetlerden oluşan bir “birlik” olması ve yönetsel/etnik çoğulluğu bir arada tutması beklenen bir ideoloji taşıması Rus ulusal kimliğinin gelişimi ve biçimi üzerinde derin izler bırakmıştır. Bu yapı içerisinde “Rusluk”, emperyal bütünlüğü tehdit edecek biçimde “kapalı/dışlayıcı” bir etnik duyuş olarak nitelenememiş, aksine emperyal bütünlüğü pekiştirecek “enternasyonal” bir üst kimlik olarak var olabilmiştir.
Dolayısıyla doğrudan etnisiteye ve Rus milliyetçiliğine dayanan bir Rus ulusal kimliği bastırılırken, “kapsayıcı/enternasyonal” Rus kimliği, hem farklı etnik grupların ayrılıkçı milliyetçiliğini tahrik etmenin bir yöntemi olarak hoşgörünmüş, hem de kültürel ve sosyal boyutlarıyla “yayılarak” Sovyet halklarının ideoloji dışı bir alanda ortak bir üst kültür üretilmesine katkıda bulunmuştur. Ancak bu yumuşak “Rus Kimliği”nin de siyasal/toplumsal entegrasyonu sağlamada, başka bir ifadeyle “Sovyet Kimliği”ni yaratmada rolü olmuştur.[6]
İdeolojik temelli misyoner politika, tıpkı Çarlık Rusya’sında olduğu gibi “ulus-üstü” bir anlayışı gerekli kılmış, bu nedenle toplumda tutunumu sağlamak üzere “sosyalist kimlik”, üst kimlik olarak geliştirilmiştir. Bu bağlamda, Rus ulusunun sembolleri, değerleri ve gelenekleri, yani toplumun geleneksel kalıpları ve yeni gelişmekte olan modern sivil toplum kurumları bastırılırken, Marksist ideolojinin değer ve sembolleri ön plana çıkarılmıştır. Bu paralelde ulus-üstü Sovyet kimliğini yaratabilmek için, siyasal güç, ideoloji ve endoktrinasyon etkili bir şekilde kullanılmıştır.[7]
Dağılma sonrası, ulus-devlet ve ulusal kimlik inşa etme sürecine giren Rusya Federasyonu dış politikada oluşturduğu yeni söylemlerle farklı bir bakış açısı yaratmıştır. Bu bağlamda Rusya Federasyonunda dış politika sorunları ve güvenlik söylemi ulusal kimlik dinamiğini hem harekete geçiren, hem de şekillendiren bir işlev üstlenmektedir.[8] Bu paralelde devletler/uluslar, “dış dünya” ve “iç toplumu” yaratırken dış politikaya ihtiyaç duyarlar bir başka deyişle devlet, dış politika ve kimlik arasındaki ilişki sayesinde yönlendirici bir pozisyon alır. Böylece “biz” ve “onlar” la sınır üretilmiş dışarıda “öteki” dışlanmış içerde “biz” benzeştirilmiştir.[9] Bu da dış politikanın “ulus yaratma” ve “ulusal kimlik” oluşturma/pekiştirme sürecinin bir aracı olduğunu gösterir.
1990’lı yıllarda Rus dış politikasının en temel sorunlarından biri, Rusya’nın yeni düzendeki konumu ve rolünün belirsizliğiyle alakalıydı. Bu kimlik krizinin sebebi ise Rusların sürekli çok uluslu bir yapı içerisinde bulunması ve yeni kurulan devletin de bu yapıyı devam ettirmesiyle ilgiliydi. Büyük toprak kaybıyla beraber süper güç konumunun elden gitmesi Rusya için yeni bir jeopolitik alan ortaya çıkarmıştı. Bu ortamda Rusya’nın milli çıkarlarının ne olduğu konusunda herkes farklı açılımlar sunuyordu. Böylece kimlik tartışması çerçevesinde oluşan kutuplaşmalar Rusya’nın dünyadaki yerini algılama noktasında görüş çatışmalarına sebep oldu. Bir taraf Batı ile yakınlaşmasını ve Batılı değerleri benimsemesini savunurken, karşı kutup Batılı değerlere karşı çıkıyor ve Rusya’nın kendine özel bir yapısının olduğunu savunuyordu.[10]
Tarihsel süreçte Rusya, kimlik oluştururken hem Asya’yı hem Avrupa’yı iki “öteki” imgesi olarak kullanmıştır. Bu durum Soğuk Savaş sonrası dönemde Rusya’nın kimlik oluştururken temel argümanı haline gelmiştir. Avrupa, Rusya’nın “paradigma-içi” ötekisidir. Ancak bu durum dönem dönem mutlak model dönem dönem de karşı model olarak çıkar karşımıza fakat her zaman “paradigma içi” öteki olan Batı, Rus kimliğinin kurucu ötekisi olmuştur. Asya ise daha çok Batı ile olan ilişkiler noktasında ilişkilerin değiştiği “Paradigmalar-arası” öteki olarak karşımıza çıkar. Bu bağlamda Rusya’nın jeo-kültürel yayılma alanı olan bu coğrafya Hıristiyanlaştırma (Ortodoks misyonerlik dönemi), medenileştirme (aydınlanma dönemi) ya da özgürleştirme (sosyalist dönem) adına yüklendiği tarihi misyonu hayata geçirdiği yerdir. İşte bu coğrafya Batı karşısında hoşnutsuzluk duyulduğunda sığındığı alternatif kimliğin temelini sunar.[11]
Tarihiyle ve coğrafyasıyla kendiliğinden oluşan bu durum Rusya’nın tarihi misyonu fikri ile Çarlık döneminde daima tüm insanlığın kaderini belirleyecek tarihi bir misyonun taşıyıcısı olarak karşımıza çıkmıştır.[12] Bu bağlamda Rus ulusal kimliğinin oluşumundaki Batı/Doğu ayrımını ortaya çıkarmış bu ayrım ulusal kimliğe “biz” ve “ötekiler” olarak yansımıştır. Bu durumun sonucu olarak kırılgan bir kimliğe sahip olan Rusya gerek emperyal tarihi gerekse batıdan doğuya uzanan coğrafyasını ön plana çıkaran yeni bir kimlik tanımlama ihtiyacı duymuştur. Böylece bu yeni tanımlama Doğu/Batı karşıtlığını pragmatist bir dış politika zeminine oturtmakta ve ne doğuyu ne de batıyı şeytanileştiren bir bakış açısı getirilmeyerek bölgede daha etkin bir dış politika izlenmeye çalışmaktadır.
Soğuk Savaşın sona ermesiyle değişen küresel sistem artık yeni araçlara sahip olmuş ve bu araçlar Soğuk Savaşın dış politika parametrelerini tamamen değiştirmiştir. Bu değişim daha çok post - komünist sürece giren ülkelerde kendini göstermiş ve bu coğrafyalar ulus, ulus-devlet, ulusal kimlik ve milliyetçilik kavramlarıyla tanışmıştır. Bu tanışma beraberinde bölgede taklit edilmeye çalışılan bir Batı modelini, istikrarsız bir ekonomi ve siyaseti yaygın bir güvensizlik duygusunu ve meşruluk sorununu getirmiştir. Bu süreç çok uluslu federal siyasal yapılarda ulus/etnisite “icat”ını çatışmaya, bu çatışmanın da ulus/etnisiteyi yaratmasına sebep olmuştur.[13]
Yukarıda değindiğimiz gibi dağılma sonrası, ulus-devlet ve ulusal kimlik inşa etme sürecinde yeni referanslara ihtiyaç duyan Rusya Federasyonu dış politikasını yeniden kurgulamıştır. Çünkü devletler “dış dünyayı” ve “iç toplumu” yaratırken dış politikayı da kullanırlar bir başka deyişle devlet, dış politika ve kimlik arasındaki ilişki sayesinde yönlendirici bir pozisyon alır. Böylece insanlara “biz” bilinciyle içerde ortak bir kültür yaratılırken dışlanan “öteki”ye karşıda ortak refleksler tepkiler geliştirilir. Böylece dış politika, “ulus yaratma ve ulusal kimlik” oluşturma da etkin bir araç haline getirilir. Bu sürece benzer bir dönüşüm yaşayan Rusya, Soğuk Savaş sonrası dönemde ortaya çıkan ulusal kimlik krizini dışarıda bir öteki yaratarak asmaya çalışmıştır. Böylece Rusya Federasyonu dış politika ve güvenlik sorunlarından dolayı 1991–93 döneminde “öteki”yi doğu olarak göstermiş (Orta Asya Cumhuriyetleri ve Asya’nın güçlü devletleri) 1993–2000 döneminde Batı’yı yeni “öteki” olarak tanımlamıştır. 2000’den sonra ise Pragmatist bir dış politika izlemiş ve ulusal kimliğindeki heterojen yapıya uygun bir biçimde tüm ulusları kapsayıcı bir politika gütmüştür.
Gorbaçov’la başlayıp Yeltsin’in ilk yıllarında devam eden “Liberal Atlantikçi” stratejik yaklaşım aslında Rus kimliğindeki Batıcı eğilimin uluslararası ilişkilerdeki yeni adı idi. Özellikle Kozirev’in siyasi pratiğe taşıdığı bu çizgi Soğuk Savaş sonrası Rus dış siyasetinin romantik dönemi olarak nitelendirilebilir. Tarihi mirası özellikle Rusya’nın emperyal karakterini bir yük olarak gören ve Rusya’nın kullanılabilir bir geçmişe sahip olmadığını savunan Batıcılar, Batı ile bütünleşmeyi kültürel zaviyeden özgün, stratejik zaviyeden rasyonel bir hedef addediyorlardı. Fakat bu dönemde yaşanan Batı’nın Rus insanını aşağılayıcı tavrı Rusya’nın yüzünü Asya’ya çevirmiştir. Lee Peterson’un dediği gibi tarih boyunca ne zaman bir kimlik kriziyle karşılaşılırsa sırt dönülen Batı yine Rusya’nın “öteki”si haline getirilmiştir. Böylece Asya’ya dönen yüz alternatif bir kimlik yaratma kaygısıyla Rusya’ya özgün bir coğrafya kurgusu getirmiştir ve Avrasyacılık yaratılmıştır.[14] Esasen, Rus stratejik yöneliminde Atlantikçilikten merkezci (jeopolitik) Avrasyacılığa geçiş Rusların daha önceki tarih serüvenlerinden farklı değildir. Çünkü Gorbaçov Avrupa’yı “ortak evimiz” diye selamlarken, Büyük Petro ve Büyük Katerina’nın diliyle konuşuyordu. Batı ile her alanda azami işbirliği, piyasa ekonomisine geçiş, liberalleşme, GATT ve G7 üyeliği gibi politikalar bu dilin siyasi pratikleri oldu. Fakat piyasa ekonomisindeki ve Rusya Federasyonu içinde ve çevresindeki istikrarsızlıklar Rusya da milliyetçi, Avrasyacı hatta Komünist akımları yeniden güçlendirdi. Böylece yeniden güçlenen bu düşünceler “Yakın Çevre” stratejisi bağlamında Rusya temerküzün de bir BDT’yi vücuda getirmişti. Buna ek olarak Putin liderliğinde kabul edilen Rusya’nın emperyal nüfuzunu diriltme çabasının ifadesi olan yeni ulusal güvenlik konsepti de bu güçlenen düşüncelerin getirdiği yeni dış politika açılımlarıydı.[15]
Sonuç olarak sunu söyleyebiliriz ki kimlik bunalımını asabilmek için Rusya’nın önünde iki alternatif bulunuyordu. Batıcılık (Atlantikçilik) ve Batıcı karşıtlığı (Avrasyacılık). Buradaki ana çıkış noktası, komünizm sonrası geçiş sürecinde Batılı ülkelerle olan bağların bağımlılık ilişkisine dönüşme düşüncesinin Rus liderleri ve seçkinleri rahatsız etmesidir. Bu bağlamda Rusya’nın Çarlık döneminden beri süregelen gelişimi içerisinde kendi özgün kimliğinden vazgeçmemek ve bunu Batı’nın etkisinden korumak düşüncesi, Rusya-Batı ilişkilerindeki ana sorunsallardan biridir.
Dış politikadaki söylemlerindeki farklılaşmalar, komünizm sonrası geçiş sürecinde karar alıcıların dışsal etkenleri içsel dinamikler olarak kullanmaları (Rus halkının beklentilerini Batı’nın karşılamaması hasebiyle içerde milliyetçi söylemlerin artması) ve Rusya’nın yeniden büyük güç politikalarını geliştirebilmesine olanak tanıyacak bağlaşıkları geliştirmeleri konularında belirginleşmektedir. Bu bağlamda Rusya’nın Batı ve kurumlarıyla olan ilişkilerinin niteliği ve içeriği, Rus dış politikasındaki ana söylemlerini de yönlendirmektedir.[16]
Ayrıca Rusya federasyonunda “ulusal kimlik” tartışmaları iç ve dış gelişmeler arasında bir “etki-tepki” durumu oluşturmuş emperyal Rus kimliği ve milliyetçilik bu süreçte büyük bir yükseliş kaydetmiştir. Bu duruma neden olan merkez-çevre sorunları, dış dünyaya yönelik tehdit algılamaları ve dağılma psikozu gelecekte olumlu yönde düzeltilmezse Rusya’nın ve Rus insanının bu menfi dönüşümü karşımıza tekrar eski katı Rus zihniyetini çıkarabilir.[17]
Bölüm 8. 1- BATICILAR/ATLANTİSTLER
Petro ile başlayan batılılaşma süreci Rusya’nın kendine ve dünyaya bakışında birçok yenilikler getirmiş ve Rusya’yı Avrupa’ya yerleştiren vizyonun kökenleri atılmıştır. Batıcılar, bu dönemde iki temel argümanı savunuyordu. “Bunların ilki Rusya’nın Doğu/Asya değil, Batı kültürünün ve medeniyetinin ayrılmaz bir parçası olarak kabul edilmesi ve Rusya’nın
Asya’daki geleceğinin bile “Avrupa Gücü” konumunu muhafaza etmesine bağlı olduğu, ikincisi ise Rusya’nın kendi parametrelerini asan evrensel bir misyona sahip olduğu ve bunun Avrupalılık bilincinde anlam kazanacağı” idi.[18]
Bu dönüşümü başlatan Petro’nun reformlarının en önemli sonuçlarından biri Rusya’nın III. Roma ile başlayan kutsal mesyanik ideallerinin yerini seküler hedeflere bırakmış olmasıdır. Çünkü Hıristiyanlığın Doğulu versiyonunu kabul etmiş olmasının sonucu ortaya çıkan yalnızlaşma ve aşağılanmaya karşı geliştirilen en büyük cevap Rusya’nın kutsal bir mekân olduğu ve benimsediği dinin de hakikatin gerçek temsilcisi olduğuydu. Avrupa ile o güne kadar geliştirilen ilişkilerin temelinde hep bu gerçek yer almaktaydı. Böylece bahsettiğimiz dönüşümden sonra Ruslar için en önemli hamlelerden birisini Petro (1682– 1725), batılılaşma ile hayata geçirmiş oluyordu. Çünkü Petro çeşitli alanlarda yaptığı batıcı reformlarla realist bakış açısını Rus insanına kazandırmayı başarmıştı. Bu dönemde askeri alandan eğitime, kılık kıyafete, dine kadar çok çeşitli alanlarda reformlar yapıldı.
Daha sonra II. Katerina (1762–1796) ile batılılaşma hamleleri devam ettirildi. 18. yüzyıla gelindiğinde artık Rusya Avrupa’nın en güçlü devletlerinden biri idi. Kuzeyden gelen Normanlar, Rusları prenslikler altında bir araya topladıkları, Hıristiyanlığın ve Bizans kültürünün Rusların tek bir devlet çatısı altında bir araya gelmelerini sağladılar. Bunun gibi, Batılılaşma da Rusya’nın bir dünya imparatorluğu haline gelmesinde önemli bir etken olmuştu.[19] Ancak Petro öncesi Avrupa’ya ve diğer toplumlara karşı oluşturulan manevi üstünlük duygusu Batıcılık akımının getirdiği realist bakış açısı doğrultusunda Batıdan geri kalmış bir toplumu (Çarlık Rusya) işaret etmekte ve seküler bir aşağılık duygusunu yaratmaktadır.[20]
Bu bağlamda Batıcı akımın önde gelen isimlerinden olan Belinski bu akımın getirdiği değişikliği söyle açıklıyordu; “Rus halkı ataerkil değerler ile birbirine sıkı sıkıya bağlanmış insanların topluluğuydu. Bu nedenle de rasyonel düşünce ve bireysellik Rus halkı arasında ortaya çıkma imkânı bulamamış ve toplumsal değişim gerçekleşememişti. Büyük Petro’nun izlediği akılcı siyaset sonucu Ruslar, insan topluluğundan ulus haline dönmeyi başarmışlardı. Petro Avrupa uygarlığının temsil ettiği evrensel değerleri, Rus halkını, bir ulus haline getirmekte kullanmıştı.[21] Belinski’nin bu açıklaması aslında Petro’nun Batılılaşma çabası ile Rus halkının kimliğini ne kadar büyük bir değişime uğrattığını göstermiş ve Rus zihniyetinin Batılılaşma ile “tebaa”dan “birey”e dönüştüğünü vurgulamıştır.
Rusya’nın moderniteye Avrupa‘da ulaşacağı düşüncesi Batılılaşmacıların temel düşüncelerini ifade ediyordu. Böylece Rusya Batı’nın sosyal ve siyasal kurumlarını kendi bünyesine adapte ederek köylü bir toplum psikolojisini üstünden atabilirdi. Çünkü Kırım Savaşı göstermişti ki Batılılar Ruslardan çok daha ileri bir seviyedeydiler. Bundan dolayı Çarlık, Batı Avrupa benzeri bir ulus-devlet modelinin Batıya karşı rekabet gücünü yaratabileceğini kabul etmiştir. Böylece Çarlık bir yandan merkezileşme ve bürokratik rasyonalizasyonla yeni bir devlet aygıtı kuruyor öte yandan da sanayileşme çabalarıyla Avrupalı “büyük/güçlü” devlet olmanın gerekleri yerine getirilmeye çalışılıyordu.[22]
Çiçerin de Batılılaşmayı bu yönde tasvir etmiş ve tanımlamasında Batıcılık anlayışını güçlü bir devlet inancı ve hukuk düzeni ile ekonomik liberalizmin karışımı olarak resmetmiştir. Çiçerin ayrıca Rus otokrasisinin tarihsel rolünü olumlu bularak savunurken, kapitalizm ile vatandaş hak ve özgürlüklerinin varlığının Rusya için çok önemli olduğunu savunmuştur.[23]
Sonuç olarak özellikle Kırım Savaşı’ndaki mağlubiyetten sonra Rusya’nın yeniden kurgulanmaya çalışıldığı ve Avrupa devletler sisteminin büyük güçlerinden biri olmak için Modernleşme/Batılılaşma gereği duyulduğu söylenebilir. Fakat Batıyı körü körüne kopya ise Rusya da Batıya karşı “inkâr ve aşağılık kompleksi” yaratmıştır.[24] Ardından gelen düşünce akımları kendini Soğuk Savaşın sonuna kadar hissettirmiş ve komünist düşüncenin tek düze insan düşüncesi diğer düşüncelere yaşam alanı sağlamamıştır. Bu nedenle Batıcı bakış açısı yeniden etkin hale gelmek için bir asra yakın süre beklemiş ve çok fazla dillendirilmemiştir. Ardından gelen yeni ortam ise Atlantisçi/Batıcı yeni bir düşünceyi ortaya çıkarmıştır.
Atlantisler/Batıcılar, Rusya’yı tanımlayış ve dünyayı algılayış biçimleriyle Batı’nın etkisindedirler. Bununla birlikte Batıcılar, gerek Çarlık Rusya’sı gerekse de Sovyetler zamanında halk, siyasal elitler ve aydınlar arasındaki köklü bir geleneğe dönüşmemiş, Rus kimliği ve yönelişi konusunda radikal bir seçim olarak kalmıştır. Yakın dönemde Gorbaçov’un, Glasnost ve Perestroyka politikalarının yarattığı Batıya yeni bakış biçimi, Liberal Batıcıların gelişmesine zemin hazırlamıştır. Bu dönemde Rusya’nın demokratik haklar ve refah düzeyi bakımından Batı’dan ne kadar geride kaldığının anlaşılması liberal Batıcıların geçiş sürecinde önemli rol oynamalarını sağlamıştır.[25]
Bu ortamda SSCB’nin dağılmasıyla beraber yeniden yapılanma sürecine giren Rusya ilham kaynağı olarak Batı’nın düşünce geleneğini ve ekonomik başarısını almış böylece baskıcı Sovyet ideolojisi yerine demokrasi, insan hakları ve piyasa ekonomisi anlayışlarından beslenilerek Rus insanında yeni meşruluk alanları oluşturulmuştur. Bu bağlamda dünya politikasına yön veren, demokratik kültür geleneklerine sahip, zengin ekonomik yapılarla donanmış ülkeler grubuna katılabilmek için Batı yanlısı dış politika izleyen Rusya bu yaklaşım çerçevesinde, Batının mali ve siyasal desteğini yanına çekebilmek ve sürekli kılabilmek için Batılı ülkelerin önerilerine duyarlı bir strateji izlemek zorunda kalmıştır.[26]
Bu görüşü savunanlar, Rusya’nın bir Batı devleti olduğunu ve Rusya Federasyonu’nun kalkınmasının sadece AB’ye entegre olmasıyla mümkün olabileceğini ifade etmektedirler. Böylece Batıcılığın esasını; demokratikleşme, ideolojiden arınma ve silahsızlanma çerçevesinde ekonomisi gelişmiş ve istikrarlı siyasi, sosyal sisteme dönüşerek, Rusya’yı Batı’nın eşit haklara sahip ortağı haline getirmek olarak açıklamıştır. Ayrıca Batıcılar, pazar ekonomisi ve demokrasiye Batı modeli ve yardımı olmadan geçmenin mümkün olmayacağını savunmaktadırlar.[27]
Reformist olarak nitelenen bu grup Rusya’nın Batı kültürünün önemli bir parçası olduğunu ve bundan dolayı Rusya’nın dışa açık (özellikle Batıya) demokratik ve Pazar ekonomisine dayanan bir model olması gerektiğini savunmuşlardır. Çünkü onlara göre Batı ve Batılı değerlerle barışık bir Rusya’nın demokrasi, insan hakları ve çoğulcu söylemi benimsemesi ve bu doğrultuda “yurttaş kimliğini” inşa etmesi daha kolay olacaktır. Reformistler ulusal kimliğin ancak “yurttaşlık” temelinde inşa edilebileceğinden söz etmişler ve tutunumu bir tek bu şekilde oluşturabileceklerini aksi takdirde “dağılmanın” gerçekleşeceğini ileri sürmüşlerdir.[28] Bu düşünce ışığında Kozirev’ dış politikanın amaçlarından birini eski birlik cumhuriyetleriyle çatışmamak olarak belirlemiştir. Bu politikasıyla “izolasyonist” olarak eleştirilen Kozirev, aslında Rusya sınırlarını meşrulaştırarak dağılma tehlikesini önlemeyi amaçlamıştır.[29]
Reformist/Atlantikçilerin temel dış politika vizyonu ise Batı ile ekonomik entegrasyonun tamamlanması ve küresel sistemde normal bir ülke olarak yerini alması şeklindedir. Rusya’nın geleneksel Mesihçi kimliğinin hep ona büyük bir yük getirdiğini düşünen Reformistler Rus insanının “essiz-benzersiz” bir medeniyet olduğu düşüncesinin terk edilmesini ve normal bir ülke olarak realist bir bakış açısıyla uluslararası sisteme entegre olmasını savunmuştur. Çünkü Rus’un “essiz-benzersiz” olarak tanımlanması içerde düşman bir dış dünya yaratmış bu durum ise Rus iç siyasal kültüründe olumsuz yapılanmalara yol açmıştır. Bu süreç Soğuk Savaşın sonuna kadar süregelmiş ve sonunda “düşman dış dünya”ya karşı yürütülen güvenlik sorunsalının ekonominin ve toplumun militarizasyonunu gerekli hale sokmuştur. Bu durum ise Rusya’nın kaynaklarının verimli kullanılamamasına ve sistemde yoksul, yalnız ve otoriter olmasına sebep olmuştur.[30] Bu düşüncelerin doğruluğuna inanan bu nedenle Batı etkisinde kalan Yeltsin ve ekibi, bu dönemdeki geçiş sürecini Batı ile işbirliğine dayalı bir şekilde tamamlamış ve Batıcı/Atlantisler, Kozirev’in önderliğinde işbirliğine dayalı bir politikayla beraber uluslararası kurumlarda ekonomik ve siyasal yakınlaşma sağlamıştır.
Pazar ekonomisine dayalı demokratik bir rejim oluşturmaya çalışan Kozirev,[31] yeni dış politikayı eskisinden ayıran temel unsurun ideolojiden arındırılmışlık olarak tanımlamış ve bundan sonra çatışmalardan uzak dış dünya ile uyumlu bir dış politika benimsemiştir.[32]
Bu bağlamda Rusya’nın, Sovyetler Birliğinin dünya sahnesindeki yasal varisi olduğunu Batıya kabul ettiren Kozirev, Rus dış politikasına övgüler yağdırırken BM Güvenlik Konseyindeki koltuğunu korumayı başardıklarını sanayileşmiş 7’ler grubuna gireceklerini iddia etmiştir. Ayrıca BM, AGİK, IMF gibi kuruluşlarla da iyi ilişkiler hedefleyen Kozirev NATO’ya üye olmanın önemine sık sık vurgu yapıyordu. Atlantikçilerin çizgisi Yeltsin tarafından tamamen onaylandı. Yeltsin, Haziran 1991’de, Rusya devlet başkanı olarak seçilmesinin hemen ardından ABD’ne yaptığı ziyaret sırasında, Rusya’nın Marksist tecrübeden çok çektiğini ve Batı’nın demokrasiye ve piyasa ekonomisine doğru giden yolunu takip etmeye kararlı olduğunu bildirdi ve Washington’da, sanayileşmiş ülkelerin kuzey yarımkürede ortak bir siyasi sistem kurmasını da önerdi.[33]
Aynı zamanda, Yeltsin o ana kadar Müslüman dünyasıyla herhangi bir diplomatik ilişkiye girme konusunda isteksizdi. Bunun bir nedeni, Atlantikçilerin, buralarda imparatorca ihtirasları olmadığını ve bu ülkelerdeki bölgesel anlaşmazlıkları yalnızca diğer devletlerle birlikte çözme yollarını aramaya niyetli olduğunu vurgulamak istemesiydi. Örneğin Yeltsin, BDT askerlerinin Nagorno-Karabağ’dan çekilmesini emretti ve aynı anda oraya barış gücü olarak NATO askerlerinin gönderilmesini istedi. Trans-Kafkasya’daki krizi çözmek için Rus diplomatları yerine İran’ın Ermenistan ve Azerbaycan arasındaki arabuluculuk rolünü destekledi. Yeltsin Afganistan konusunda da yine sahneyi İran’a bırakarak herhangi ciddi ilişkiye girmekten kaçındı. Türkiye’nin BDT’deki Müslüman cumhuriyetler üzerindeki siyasi ve ekonomik etkisine karşı çıkmadı.[34]
Rus ulusal kimliğindeki bu kırılmalar sonucu sisteme hâkim olan Batıcılar 1991 yılından sonra dış politikada da keskin dönüşümler yaşamışlardır. Yeni dönemde geleneksel olanlar ve dostlardan uzaklaşan Rusya Batıya yakınlaşan bir döneme girdi. Çünkü Rusya’daki yeni demokratik güçler, özgür ve gelişmiş bir ülke kurmak için Batı ile işbirliğine girmenin gerekli olduğunu düşünmekteydi. Prensipte ideolojik ve siyasi müttefik görülen zengin ve medeni ülkeler ile işbirliğine girerek, Rusya’nın siyasi, ekonomik ve manevi dirilisinin sağlanacağı görüşü savunulmaktaydı. Bu hedeflere ulaşmanın yolu ise Rusya’nın ABD ile süper güç olma ve dünya hegemonyası yarısına son vermesiyle alakalıydı. Çünkü Batıcılara göre bu politikanın sonu yoktu.[35]
Rus kimliğini netleştirmeye çalışan bu iki yaklaşım (Batıcılar ve Slav milliyetçileri) aslında su iki soruyu içlerinde barındırmaktadır: ”Rusya nedir?” ve “Avrupa ile ilişkileri nasıl olmalıdır?” Böylece her iki akım da kendi penceresinden Rusya’nın kaderi ve dünyadaki yeri üzerinde net açılımları halkına sunmaya çalışıyordu. Bu bağlamda ele alacağımız bu iki kimlik Rus insanını ve onun dünyaya bakışını anlamamıza büyük katkı sağlayacaktır.
Sonuç olarak sunu söyleyebiliriz ki 20.yüzyılın baslarında, merkezi ve modern bir devlete dönüşemeyen bir imparatorluk yapısı ile Rus kimliğinin kurulması/kurgulanması bir açmaz ve gerginlik kaynağı olmuştur. İmparatorluğun muhafazası çok uluslu/enternasyonal bir yaklaşımı gerektirirken, imparatorluğun hegemonik bir Rus/Ortodoks kimliğine dayanması Rus ulusal kimliğinin biçimlenmesinde “belirsizliklere” yol açmıştır. Başka bir ifadeyle Rus halkının ve Rus ülkesinin emperyal bir çerçevede tanımlanması zorluklar yaratmıştır. Bunun yanı sıra Batı, Bizans ve Müslüman dünyası içinde yer almanın getirdiği “kültürel/siyasal kavsak”, Rusya’da derin bir güvensizliğe neden olmuş, bu güvensizlik duygusu da paradoksal olarak “Rus” öğeler içeren emperyal bir misyon ve emperyal kimlikle bütünleştirilerek asılmaya çalışılmıştır. Ancak sorun asılamamış, 19. ve 20. yüzyılların emperyal Rusya’sının “modernizasyonu” tartışmalarına damgasını vuran “Batıcılar/Slavofiller” ayrışmasıyla kimlik tartışmaları emperyal siyasetin merkezine taşınmıştır. Bir yandan modernleşmenin yarattığı sınıflar ve entelijansiyanın, öte yandan da modernleşmenin iflasının tetiklediği Bolşevik devrimiyle de kimlik tartışmaları bambaşka bir biçime dönüşmüştür.[5]
Ulusal kimlik/emperyal devlet ilişkisinde yaşanılan sıkıntılar 74 yıllık Sovyet modelinde de önemli ölçüde devam etmiştir. Sovyetler Birliği’nin devam eden çok uluslu etnik/toplumsal yapısı, formel olarak farklı cumhuriyetlerden oluşan bir “birlik” olması ve yönetsel/etnik çoğulluğu bir arada tutması beklenen bir ideoloji taşıması Rus ulusal kimliğinin gelişimi ve biçimi üzerinde derin izler bırakmıştır. Bu yapı içerisinde “Rusluk”, emperyal bütünlüğü tehdit edecek biçimde “kapalı/dışlayıcı” bir etnik duyuş olarak nitelenememiş, aksine emperyal bütünlüğü pekiştirecek “enternasyonal” bir üst kimlik olarak var olabilmiştir.
Dolayısıyla doğrudan etnisiteye ve Rus milliyetçiliğine dayanan bir Rus ulusal kimliği bastırılırken, “kapsayıcı/enternasyonal” Rus kimliği, hem farklı etnik grupların ayrılıkçı milliyetçiliğini tahrik etmenin bir yöntemi olarak hoşgörünmüş, hem de kültürel ve sosyal boyutlarıyla “yayılarak” Sovyet halklarının ideoloji dışı bir alanda ortak bir üst kültür üretilmesine katkıda bulunmuştur. Ancak bu yumuşak “Rus Kimliği”nin de siyasal/toplumsal entegrasyonu sağlamada, başka bir ifadeyle “Sovyet Kimliği”ni yaratmada rolü olmuştur.[6]
İdeolojik temelli misyoner politika, tıpkı Çarlık Rusya’sında olduğu gibi “ulus-üstü” bir anlayışı gerekli kılmış, bu nedenle toplumda tutunumu sağlamak üzere “sosyalist kimlik”, üst kimlik olarak geliştirilmiştir. Bu bağlamda, Rus ulusunun sembolleri, değerleri ve gelenekleri, yani toplumun geleneksel kalıpları ve yeni gelişmekte olan modern sivil toplum kurumları bastırılırken, Marksist ideolojinin değer ve sembolleri ön plana çıkarılmıştır. Bu paralelde ulus-üstü Sovyet kimliğini yaratabilmek için, siyasal güç, ideoloji ve endoktrinasyon etkili bir şekilde kullanılmıştır.[7]
Dağılma sonrası, ulus-devlet ve ulusal kimlik inşa etme sürecine giren Rusya Federasyonu dış politikada oluşturduğu yeni söylemlerle farklı bir bakış açısı yaratmıştır. Bu bağlamda Rusya Federasyonunda dış politika sorunları ve güvenlik söylemi ulusal kimlik dinamiğini hem harekete geçiren, hem de şekillendiren bir işlev üstlenmektedir.[8] Bu paralelde devletler/uluslar, “dış dünya” ve “iç toplumu” yaratırken dış politikaya ihtiyaç duyarlar bir başka deyişle devlet, dış politika ve kimlik arasındaki ilişki sayesinde yönlendirici bir pozisyon alır. Böylece “biz” ve “onlar” la sınır üretilmiş dışarıda “öteki” dışlanmış içerde “biz” benzeştirilmiştir.[9] Bu da dış politikanın “ulus yaratma” ve “ulusal kimlik” oluşturma/pekiştirme sürecinin bir aracı olduğunu gösterir.
1990’lı yıllarda Rus dış politikasının en temel sorunlarından biri, Rusya’nın yeni düzendeki konumu ve rolünün belirsizliğiyle alakalıydı. Bu kimlik krizinin sebebi ise Rusların sürekli çok uluslu bir yapı içerisinde bulunması ve yeni kurulan devletin de bu yapıyı devam ettirmesiyle ilgiliydi. Büyük toprak kaybıyla beraber süper güç konumunun elden gitmesi Rusya için yeni bir jeopolitik alan ortaya çıkarmıştı. Bu ortamda Rusya’nın milli çıkarlarının ne olduğu konusunda herkes farklı açılımlar sunuyordu. Böylece kimlik tartışması çerçevesinde oluşan kutuplaşmalar Rusya’nın dünyadaki yerini algılama noktasında görüş çatışmalarına sebep oldu. Bir taraf Batı ile yakınlaşmasını ve Batılı değerleri benimsemesini savunurken, karşı kutup Batılı değerlere karşı çıkıyor ve Rusya’nın kendine özel bir yapısının olduğunu savunuyordu.[10]
Tarihsel süreçte Rusya, kimlik oluştururken hem Asya’yı hem Avrupa’yı iki “öteki” imgesi olarak kullanmıştır. Bu durum Soğuk Savaş sonrası dönemde Rusya’nın kimlik oluştururken temel argümanı haline gelmiştir. Avrupa, Rusya’nın “paradigma-içi” ötekisidir. Ancak bu durum dönem dönem mutlak model dönem dönem de karşı model olarak çıkar karşımıza fakat her zaman “paradigma içi” öteki olan Batı, Rus kimliğinin kurucu ötekisi olmuştur. Asya ise daha çok Batı ile olan ilişkiler noktasında ilişkilerin değiştiği “Paradigmalar-arası” öteki olarak karşımıza çıkar. Bu bağlamda Rusya’nın jeo-kültürel yayılma alanı olan bu coğrafya Hıristiyanlaştırma (Ortodoks misyonerlik dönemi), medenileştirme (aydınlanma dönemi) ya da özgürleştirme (sosyalist dönem) adına yüklendiği tarihi misyonu hayata geçirdiği yerdir. İşte bu coğrafya Batı karşısında hoşnutsuzluk duyulduğunda sığındığı alternatif kimliğin temelini sunar.[11]
Tarihiyle ve coğrafyasıyla kendiliğinden oluşan bu durum Rusya’nın tarihi misyonu fikri ile Çarlık döneminde daima tüm insanlığın kaderini belirleyecek tarihi bir misyonun taşıyıcısı olarak karşımıza çıkmıştır.[12] Bu bağlamda Rus ulusal kimliğinin oluşumundaki Batı/Doğu ayrımını ortaya çıkarmış bu ayrım ulusal kimliğe “biz” ve “ötekiler” olarak yansımıştır. Bu durumun sonucu olarak kırılgan bir kimliğe sahip olan Rusya gerek emperyal tarihi gerekse batıdan doğuya uzanan coğrafyasını ön plana çıkaran yeni bir kimlik tanımlama ihtiyacı duymuştur. Böylece bu yeni tanımlama Doğu/Batı karşıtlığını pragmatist bir dış politika zeminine oturtmakta ve ne doğuyu ne de batıyı şeytanileştiren bir bakış açısı getirilmeyerek bölgede daha etkin bir dış politika izlenmeye çalışmaktadır.
Soğuk Savaşın sona ermesiyle değişen küresel sistem artık yeni araçlara sahip olmuş ve bu araçlar Soğuk Savaşın dış politika parametrelerini tamamen değiştirmiştir. Bu değişim daha çok post - komünist sürece giren ülkelerde kendini göstermiş ve bu coğrafyalar ulus, ulus-devlet, ulusal kimlik ve milliyetçilik kavramlarıyla tanışmıştır. Bu tanışma beraberinde bölgede taklit edilmeye çalışılan bir Batı modelini, istikrarsız bir ekonomi ve siyaseti yaygın bir güvensizlik duygusunu ve meşruluk sorununu getirmiştir. Bu süreç çok uluslu federal siyasal yapılarda ulus/etnisite “icat”ını çatışmaya, bu çatışmanın da ulus/etnisiteyi yaratmasına sebep olmuştur.[13]
Yukarıda değindiğimiz gibi dağılma sonrası, ulus-devlet ve ulusal kimlik inşa etme sürecinde yeni referanslara ihtiyaç duyan Rusya Federasyonu dış politikasını yeniden kurgulamıştır. Çünkü devletler “dış dünyayı” ve “iç toplumu” yaratırken dış politikayı da kullanırlar bir başka deyişle devlet, dış politika ve kimlik arasındaki ilişki sayesinde yönlendirici bir pozisyon alır. Böylece insanlara “biz” bilinciyle içerde ortak bir kültür yaratılırken dışlanan “öteki”ye karşıda ortak refleksler tepkiler geliştirilir. Böylece dış politika, “ulus yaratma ve ulusal kimlik” oluşturma da etkin bir araç haline getirilir. Bu sürece benzer bir dönüşüm yaşayan Rusya, Soğuk Savaş sonrası dönemde ortaya çıkan ulusal kimlik krizini dışarıda bir öteki yaratarak asmaya çalışmıştır. Böylece Rusya Federasyonu dış politika ve güvenlik sorunlarından dolayı 1991–93 döneminde “öteki”yi doğu olarak göstermiş (Orta Asya Cumhuriyetleri ve Asya’nın güçlü devletleri) 1993–2000 döneminde Batı’yı yeni “öteki” olarak tanımlamıştır. 2000’den sonra ise Pragmatist bir dış politika izlemiş ve ulusal kimliğindeki heterojen yapıya uygun bir biçimde tüm ulusları kapsayıcı bir politika gütmüştür.
Gorbaçov’la başlayıp Yeltsin’in ilk yıllarında devam eden “Liberal Atlantikçi” stratejik yaklaşım aslında Rus kimliğindeki Batıcı eğilimin uluslararası ilişkilerdeki yeni adı idi. Özellikle Kozirev’in siyasi pratiğe taşıdığı bu çizgi Soğuk Savaş sonrası Rus dış siyasetinin romantik dönemi olarak nitelendirilebilir. Tarihi mirası özellikle Rusya’nın emperyal karakterini bir yük olarak gören ve Rusya’nın kullanılabilir bir geçmişe sahip olmadığını savunan Batıcılar, Batı ile bütünleşmeyi kültürel zaviyeden özgün, stratejik zaviyeden rasyonel bir hedef addediyorlardı. Fakat bu dönemde yaşanan Batı’nın Rus insanını aşağılayıcı tavrı Rusya’nın yüzünü Asya’ya çevirmiştir. Lee Peterson’un dediği gibi tarih boyunca ne zaman bir kimlik kriziyle karşılaşılırsa sırt dönülen Batı yine Rusya’nın “öteki”si haline getirilmiştir. Böylece Asya’ya dönen yüz alternatif bir kimlik yaratma kaygısıyla Rusya’ya özgün bir coğrafya kurgusu getirmiştir ve Avrasyacılık yaratılmıştır.[14] Esasen, Rus stratejik yöneliminde Atlantikçilikten merkezci (jeopolitik) Avrasyacılığa geçiş Rusların daha önceki tarih serüvenlerinden farklı değildir. Çünkü Gorbaçov Avrupa’yı “ortak evimiz” diye selamlarken, Büyük Petro ve Büyük Katerina’nın diliyle konuşuyordu. Batı ile her alanda azami işbirliği, piyasa ekonomisine geçiş, liberalleşme, GATT ve G7 üyeliği gibi politikalar bu dilin siyasi pratikleri oldu. Fakat piyasa ekonomisindeki ve Rusya Federasyonu içinde ve çevresindeki istikrarsızlıklar Rusya da milliyetçi, Avrasyacı hatta Komünist akımları yeniden güçlendirdi. Böylece yeniden güçlenen bu düşünceler “Yakın Çevre” stratejisi bağlamında Rusya temerküzün de bir BDT’yi vücuda getirmişti. Buna ek olarak Putin liderliğinde kabul edilen Rusya’nın emperyal nüfuzunu diriltme çabasının ifadesi olan yeni ulusal güvenlik konsepti de bu güçlenen düşüncelerin getirdiği yeni dış politika açılımlarıydı.[15]
Vladimir Vladimiriç Putin
|
Dış politikadaki söylemlerindeki farklılaşmalar, komünizm sonrası geçiş sürecinde karar alıcıların dışsal etkenleri içsel dinamikler olarak kullanmaları (Rus halkının beklentilerini Batı’nın karşılamaması hasebiyle içerde milliyetçi söylemlerin artması) ve Rusya’nın yeniden büyük güç politikalarını geliştirebilmesine olanak tanıyacak bağlaşıkları geliştirmeleri konularında belirginleşmektedir. Bu bağlamda Rusya’nın Batı ve kurumlarıyla olan ilişkilerinin niteliği ve içeriği, Rus dış politikasındaki ana söylemlerini de yönlendirmektedir.[16]
Ayrıca Rusya federasyonunda “ulusal kimlik” tartışmaları iç ve dış gelişmeler arasında bir “etki-tepki” durumu oluşturmuş emperyal Rus kimliği ve milliyetçilik bu süreçte büyük bir yükseliş kaydetmiştir. Bu duruma neden olan merkez-çevre sorunları, dış dünyaya yönelik tehdit algılamaları ve dağılma psikozu gelecekte olumlu yönde düzeltilmezse Rusya’nın ve Rus insanının bu menfi dönüşümü karşımıza tekrar eski katı Rus zihniyetini çıkarabilir.[17]
Bölüm 8. 1- BATICILAR/ATLANTİSTLER
Petro ile başlayan batılılaşma süreci Rusya’nın kendine ve dünyaya bakışında birçok yenilikler getirmiş ve Rusya’yı Avrupa’ya yerleştiren vizyonun kökenleri atılmıştır. Batıcılar, bu dönemde iki temel argümanı savunuyordu. “Bunların ilki Rusya’nın Doğu/Asya değil, Batı kültürünün ve medeniyetinin ayrılmaz bir parçası olarak kabul edilmesi ve Rusya’nın
Asya’daki geleceğinin bile “Avrupa Gücü” konumunu muhafaza etmesine bağlı olduğu, ikincisi ise Rusya’nın kendi parametrelerini asan evrensel bir misyona sahip olduğu ve bunun Avrupalılık bilincinde anlam kazanacağı” idi.[18]
Bu dönüşümü başlatan Petro’nun reformlarının en önemli sonuçlarından biri Rusya’nın III. Roma ile başlayan kutsal mesyanik ideallerinin yerini seküler hedeflere bırakmış olmasıdır. Çünkü Hıristiyanlığın Doğulu versiyonunu kabul etmiş olmasının sonucu ortaya çıkan yalnızlaşma ve aşağılanmaya karşı geliştirilen en büyük cevap Rusya’nın kutsal bir mekân olduğu ve benimsediği dinin de hakikatin gerçek temsilcisi olduğuydu. Avrupa ile o güne kadar geliştirilen ilişkilerin temelinde hep bu gerçek yer almaktaydı. Böylece bahsettiğimiz dönüşümden sonra Ruslar için en önemli hamlelerden birisini Petro (1682– 1725), batılılaşma ile hayata geçirmiş oluyordu. Çünkü Petro çeşitli alanlarda yaptığı batıcı reformlarla realist bakış açısını Rus insanına kazandırmayı başarmıştı. Bu dönemde askeri alandan eğitime, kılık kıyafete, dine kadar çok çeşitli alanlarda reformlar yapıldı.
Daha sonra II. Katerina (1762–1796) ile batılılaşma hamleleri devam ettirildi. 18. yüzyıla gelindiğinde artık Rusya Avrupa’nın en güçlü devletlerinden biri idi. Kuzeyden gelen Normanlar, Rusları prenslikler altında bir araya topladıkları, Hıristiyanlığın ve Bizans kültürünün Rusların tek bir devlet çatısı altında bir araya gelmelerini sağladılar. Bunun gibi, Batılılaşma da Rusya’nın bir dünya imparatorluğu haline gelmesinde önemli bir etken olmuştu.[19] Ancak Petro öncesi Avrupa’ya ve diğer toplumlara karşı oluşturulan manevi üstünlük duygusu Batıcılık akımının getirdiği realist bakış açısı doğrultusunda Batıdan geri kalmış bir toplumu (Çarlık Rusya) işaret etmekte ve seküler bir aşağılık duygusunu yaratmaktadır.[20]
Bu bağlamda Batıcı akımın önde gelen isimlerinden olan Belinski bu akımın getirdiği değişikliği söyle açıklıyordu; “Rus halkı ataerkil değerler ile birbirine sıkı sıkıya bağlanmış insanların topluluğuydu. Bu nedenle de rasyonel düşünce ve bireysellik Rus halkı arasında ortaya çıkma imkânı bulamamış ve toplumsal değişim gerçekleşememişti. Büyük Petro’nun izlediği akılcı siyaset sonucu Ruslar, insan topluluğundan ulus haline dönmeyi başarmışlardı. Petro Avrupa uygarlığının temsil ettiği evrensel değerleri, Rus halkını, bir ulus haline getirmekte kullanmıştı.[21] Belinski’nin bu açıklaması aslında Petro’nun Batılılaşma çabası ile Rus halkının kimliğini ne kadar büyük bir değişime uğrattığını göstermiş ve Rus zihniyetinin Batılılaşma ile “tebaa”dan “birey”e dönüştüğünü vurgulamıştır.
Rusya’nın moderniteye Avrupa‘da ulaşacağı düşüncesi Batılılaşmacıların temel düşüncelerini ifade ediyordu. Böylece Rusya Batı’nın sosyal ve siyasal kurumlarını kendi bünyesine adapte ederek köylü bir toplum psikolojisini üstünden atabilirdi. Çünkü Kırım Savaşı göstermişti ki Batılılar Ruslardan çok daha ileri bir seviyedeydiler. Bundan dolayı Çarlık, Batı Avrupa benzeri bir ulus-devlet modelinin Batıya karşı rekabet gücünü yaratabileceğini kabul etmiştir. Böylece Çarlık bir yandan merkezileşme ve bürokratik rasyonalizasyonla yeni bir devlet aygıtı kuruyor öte yandan da sanayileşme çabalarıyla Avrupalı “büyük/güçlü” devlet olmanın gerekleri yerine getirilmeye çalışılıyordu.[22]
Çiçerin de Batılılaşmayı bu yönde tasvir etmiş ve tanımlamasında Batıcılık anlayışını güçlü bir devlet inancı ve hukuk düzeni ile ekonomik liberalizmin karışımı olarak resmetmiştir. Çiçerin ayrıca Rus otokrasisinin tarihsel rolünü olumlu bularak savunurken, kapitalizm ile vatandaş hak ve özgürlüklerinin varlığının Rusya için çok önemli olduğunu savunmuştur.[23]
Sonuç olarak özellikle Kırım Savaşı’ndaki mağlubiyetten sonra Rusya’nın yeniden kurgulanmaya çalışıldığı ve Avrupa devletler sisteminin büyük güçlerinden biri olmak için Modernleşme/Batılılaşma gereği duyulduğu söylenebilir. Fakat Batıyı körü körüne kopya ise Rusya da Batıya karşı “inkâr ve aşağılık kompleksi” yaratmıştır.[24] Ardından gelen düşünce akımları kendini Soğuk Savaşın sonuna kadar hissettirmiş ve komünist düşüncenin tek düze insan düşüncesi diğer düşüncelere yaşam alanı sağlamamıştır. Bu nedenle Batıcı bakış açısı yeniden etkin hale gelmek için bir asra yakın süre beklemiş ve çok fazla dillendirilmemiştir. Ardından gelen yeni ortam ise Atlantisçi/Batıcı yeni bir düşünceyi ortaya çıkarmıştır.
Atlantisler/Batıcılar, Rusya’yı tanımlayış ve dünyayı algılayış biçimleriyle Batı’nın etkisindedirler. Bununla birlikte Batıcılar, gerek Çarlık Rusya’sı gerekse de Sovyetler zamanında halk, siyasal elitler ve aydınlar arasındaki köklü bir geleneğe dönüşmemiş, Rus kimliği ve yönelişi konusunda radikal bir seçim olarak kalmıştır. Yakın dönemde Gorbaçov’un, Glasnost ve Perestroyka politikalarının yarattığı Batıya yeni bakış biçimi, Liberal Batıcıların gelişmesine zemin hazırlamıştır. Bu dönemde Rusya’nın demokratik haklar ve refah düzeyi bakımından Batı’dan ne kadar geride kaldığının anlaşılması liberal Batıcıların geçiş sürecinde önemli rol oynamalarını sağlamıştır.[25]
Bu ortamda SSCB’nin dağılmasıyla beraber yeniden yapılanma sürecine giren Rusya ilham kaynağı olarak Batı’nın düşünce geleneğini ve ekonomik başarısını almış böylece baskıcı Sovyet ideolojisi yerine demokrasi, insan hakları ve piyasa ekonomisi anlayışlarından beslenilerek Rus insanında yeni meşruluk alanları oluşturulmuştur. Bu bağlamda dünya politikasına yön veren, demokratik kültür geleneklerine sahip, zengin ekonomik yapılarla donanmış ülkeler grubuna katılabilmek için Batı yanlısı dış politika izleyen Rusya bu yaklaşım çerçevesinde, Batının mali ve siyasal desteğini yanına çekebilmek ve sürekli kılabilmek için Batılı ülkelerin önerilerine duyarlı bir strateji izlemek zorunda kalmıştır.[26]
Bu görüşü savunanlar, Rusya’nın bir Batı devleti olduğunu ve Rusya Federasyonu’nun kalkınmasının sadece AB’ye entegre olmasıyla mümkün olabileceğini ifade etmektedirler. Böylece Batıcılığın esasını; demokratikleşme, ideolojiden arınma ve silahsızlanma çerçevesinde ekonomisi gelişmiş ve istikrarlı siyasi, sosyal sisteme dönüşerek, Rusya’yı Batı’nın eşit haklara sahip ortağı haline getirmek olarak açıklamıştır. Ayrıca Batıcılar, pazar ekonomisi ve demokrasiye Batı modeli ve yardımı olmadan geçmenin mümkün olmayacağını savunmaktadırlar.[27]
Reformist olarak nitelenen bu grup Rusya’nın Batı kültürünün önemli bir parçası olduğunu ve bundan dolayı Rusya’nın dışa açık (özellikle Batıya) demokratik ve Pazar ekonomisine dayanan bir model olması gerektiğini savunmuşlardır. Çünkü onlara göre Batı ve Batılı değerlerle barışık bir Rusya’nın demokrasi, insan hakları ve çoğulcu söylemi benimsemesi ve bu doğrultuda “yurttaş kimliğini” inşa etmesi daha kolay olacaktır. Reformistler ulusal kimliğin ancak “yurttaşlık” temelinde inşa edilebileceğinden söz etmişler ve tutunumu bir tek bu şekilde oluşturabileceklerini aksi takdirde “dağılmanın” gerçekleşeceğini ileri sürmüşlerdir.[28] Bu düşünce ışığında Kozirev’ dış politikanın amaçlarından birini eski birlik cumhuriyetleriyle çatışmamak olarak belirlemiştir. Bu politikasıyla “izolasyonist” olarak eleştirilen Kozirev, aslında Rusya sınırlarını meşrulaştırarak dağılma tehlikesini önlemeyi amaçlamıştır.[29]
Reformist/Atlantikçilerin temel dış politika vizyonu ise Batı ile ekonomik entegrasyonun tamamlanması ve küresel sistemde normal bir ülke olarak yerini alması şeklindedir. Rusya’nın geleneksel Mesihçi kimliğinin hep ona büyük bir yük getirdiğini düşünen Reformistler Rus insanının “essiz-benzersiz” bir medeniyet olduğu düşüncesinin terk edilmesini ve normal bir ülke olarak realist bir bakış açısıyla uluslararası sisteme entegre olmasını savunmuştur. Çünkü Rus’un “essiz-benzersiz” olarak tanımlanması içerde düşman bir dış dünya yaratmış bu durum ise Rus iç siyasal kültüründe olumsuz yapılanmalara yol açmıştır. Bu süreç Soğuk Savaşın sonuna kadar süregelmiş ve sonunda “düşman dış dünya”ya karşı yürütülen güvenlik sorunsalının ekonominin ve toplumun militarizasyonunu gerekli hale sokmuştur. Bu durum ise Rusya’nın kaynaklarının verimli kullanılamamasına ve sistemde yoksul, yalnız ve otoriter olmasına sebep olmuştur.[30] Bu düşüncelerin doğruluğuna inanan bu nedenle Batı etkisinde kalan Yeltsin ve ekibi, bu dönemdeki geçiş sürecini Batı ile işbirliğine dayalı bir şekilde tamamlamış ve Batıcı/Atlantisler, Kozirev’in önderliğinde işbirliğine dayalı bir politikayla beraber uluslararası kurumlarda ekonomik ve siyasal yakınlaşma sağlamıştır.
Pazar ekonomisine dayalı demokratik bir rejim oluşturmaya çalışan Kozirev,[31] yeni dış politikayı eskisinden ayıran temel unsurun ideolojiden arındırılmışlık olarak tanımlamış ve bundan sonra çatışmalardan uzak dış dünya ile uyumlu bir dış politika benimsemiştir.[32]
Bu bağlamda Rusya’nın, Sovyetler Birliğinin dünya sahnesindeki yasal varisi olduğunu Batıya kabul ettiren Kozirev, Rus dış politikasına övgüler yağdırırken BM Güvenlik Konseyindeki koltuğunu korumayı başardıklarını sanayileşmiş 7’ler grubuna gireceklerini iddia etmiştir. Ayrıca BM, AGİK, IMF gibi kuruluşlarla da iyi ilişkiler hedefleyen Kozirev NATO’ya üye olmanın önemine sık sık vurgu yapıyordu. Atlantikçilerin çizgisi Yeltsin tarafından tamamen onaylandı. Yeltsin, Haziran 1991’de, Rusya devlet başkanı olarak seçilmesinin hemen ardından ABD’ne yaptığı ziyaret sırasında, Rusya’nın Marksist tecrübeden çok çektiğini ve Batı’nın demokrasiye ve piyasa ekonomisine doğru giden yolunu takip etmeye kararlı olduğunu bildirdi ve Washington’da, sanayileşmiş ülkelerin kuzey yarımkürede ortak bir siyasi sistem kurmasını da önerdi.[33]
Aynı zamanda, Yeltsin o ana kadar Müslüman dünyasıyla herhangi bir diplomatik ilişkiye girme konusunda isteksizdi. Bunun bir nedeni, Atlantikçilerin, buralarda imparatorca ihtirasları olmadığını ve bu ülkelerdeki bölgesel anlaşmazlıkları yalnızca diğer devletlerle birlikte çözme yollarını aramaya niyetli olduğunu vurgulamak istemesiydi. Örneğin Yeltsin, BDT askerlerinin Nagorno-Karabağ’dan çekilmesini emretti ve aynı anda oraya barış gücü olarak NATO askerlerinin gönderilmesini istedi. Trans-Kafkasya’daki krizi çözmek için Rus diplomatları yerine İran’ın Ermenistan ve Azerbaycan arasındaki arabuluculuk rolünü destekledi. Yeltsin Afganistan konusunda da yine sahneyi İran’a bırakarak herhangi ciddi ilişkiye girmekten kaçındı. Türkiye’nin BDT’deki Müslüman cumhuriyetler üzerindeki siyasi ve ekonomik etkisine karşı çıkmadı.[34]
Rus ulusal kimliğindeki bu kırılmalar sonucu sisteme hâkim olan Batıcılar 1991 yılından sonra dış politikada da keskin dönüşümler yaşamışlardır. Yeni dönemde geleneksel olanlar ve dostlardan uzaklaşan Rusya Batıya yakınlaşan bir döneme girdi. Çünkü Rusya’daki yeni demokratik güçler, özgür ve gelişmiş bir ülke kurmak için Batı ile işbirliğine girmenin gerekli olduğunu düşünmekteydi. Prensipte ideolojik ve siyasi müttefik görülen zengin ve medeni ülkeler ile işbirliğine girerek, Rusya’nın siyasi, ekonomik ve manevi dirilisinin sağlanacağı görüşü savunulmaktaydı. Bu hedeflere ulaşmanın yolu ise Rusya’nın ABD ile süper güç olma ve dünya hegemonyası yarısına son vermesiyle alakalıydı. Çünkü Batıcılara göre bu politikanın sonu yoktu.[35]
Reformistler Rus ulusal kimliğinin tarihsel şekillendiricisi “Mesihçi/emperyal” söylemi reddetmişler ve Rusya’nın demokratik bir ülke olabilmesi için “Mesihçi/emperyal” algılayışın terkini zorunlu görmüşlerdir. Çünkü bu algılayış çevrelenmişlik psikozunu pekiştirdiğini ve uluslararası sistemin bir bütün olarak ötekileştirildiğini bu durumun ise Rusya’yı içte otokratik bir ulusal kimliğe sürükleyeceğini ileri sürmüşlerdir.[36] Kozirev, bu bağlamda Rusya’nın, “Rus ulusal kimliğinin II. Dünya savaşı sonrası İtalya, Almanya, Japonya gibi totaliter geçmişinden arındığı takdirde demokratik ülkeler arasına karışabileceğini belirtmektedir.[37]
Atlantisler, “tehdit” algılamalarında da geleneksel Rus düşüncesinin dışına çıkmışlar ve Batıyı değil doğuyu tehdit olarak algılamışlardır. Uzun dönemde Rusya’ya yönelik tehditlerin istikrarsız Orta Asya’dan, Afganistan’dan veya Çin’den gelebileceğini ileri sürmüşlerdir.[38] Çünkü Orta Asya’nın radikal İslam’ın yayılmasında ciddi bir tehdit oluşturduğunu düşünmüşler bu bağlamda Batı ile kurulacak bir ittifakın bölgede radikal İslam’ın ve Çin’in nüfuzunu dengeleyeceği ileri sürmüşlerdir.[39]
Bu sebeplerden dolayı, Rusya Federasyonu dış politikada Batılı kadroların belirleyici olduğu 1991–1993 yıllarında NATO’nun doğuya doğru ilerlemesine karşı koymaktan kaçınmış ve “Mesihçi-emperyal kimlik” büyük bir darbe almıştır. Bu durumun sebebi ise günün koşullarından kaynaklanmıştır. Çünkü Rusya’nın dönüşümü ekonomik zorunluluklardan gerçekleşmiş ve evrensel iddialardan tamamen vazgeçilmiştir. Bu bağlamda Rusya’nın dış politikası ve ulusal güvenlik yaklaşımları radikal değişikliklere uğramış ve SSCB’nin “ideolojik Mesihçi” politikasından vazgeçilmiştir.[40]
Reformist dönemin dışişleri bakanı Kozirev’in bu dönemdeki başarıları ise şöyleydi; Rusya Federasyonu’nun SSCB’nin selefi sıfatıyla uluslararası toplumda kabul görmesi ve bu paralelde 1992’de Camp David’de Soğuk Savaş’ın bittiğine dair deklarasyon imzalaması,
1993 yılına ABD ile START II anlaşması imzalaması, NATO ile işbirliğine gidilmesi, BM politikalarının desteklenmesi ve böylece küresel sistemde etkin bir rol alması olarak sıralanabilir.[41] Ancak bu başarılarla tatmin olmayan Rusya’nın Kozirev’e olan eleştirileri ona dış politikada büyük bir dönüşüm yaşatmış ve “Yeni Dış Politika Konsepti” oluşturmasına sebep olmuştur. Böylece köklü bir değişim yaşayan dış politika su öncelikli hedefleri edinmiştir.[42]
- Eski birlik cumhuriyetleriyle olan ekonomik ve askeri bağların korunması;
- SSCB’nin nükleer silahların tamamının Rusya’ya transferinin sağlanması
- Rusya’nın arka bahçesinde çatışmaların kontrolü
- Yakın çevrede Rusların haklarının güvence altına alınması
- BDT’ye sağlam bir kurumsal çerçeve oluşturulması
1993 yılı Rus dış politikasında net kırılmaların olduğu bir yıldı, değişen dış politika konseptiyle eski Sovyet sahasında hamiliği vurgulayan bu yeni yaklaşım Batı ile ulusal çıkarları doğrultusunda artan bir şekilde Rusya’nın BDT’ye yönelmesini öngörüyordu.
Bundan dolayı eski Sovyet sahası hayati çıkar bölgesi ilan edilmiş ve BDT’nin güçlendirilmesi Rus dış politikası öncelikleri arasında ilk sıraya yerleştirilmiştir.[43] Putin, iktidara geldiği zaman ise ulusal kimlik algılayışındaki değişim sonucu Rusya’nın her şeye rağmen Batı Avrupa kültürünün kopartılamaz bir parçası olduğu söylemi geliştirilmiştir. Ancak, Putin’in Batıcılık algılayışı 18. yüzyıl Osmanlı ve Japon modernleşmesine benzemektedir; yani modernleşme ve Batılılaşmanın amacı, Batıya benzemek değil teknik ve askeri güç açısından Batıyı yakalamaktır. Böylece bu anlayışta Rus milli gururuna ve tarihine önemli atıflar yapılabilmektedir.[44]
Rus Batıcılarını SSCB sonrası süreçte ikiye ayırmamız mümkün çünkü Rusya Federasyonu tarihinde ilk ortaya çıkan Batıcılar Rusya’nın Batı Avrupa kültürünün kopartılamaz bir parçası olduğu söylemini getirmişlerdir. Bu da göstermişti ki ilk dönem Batıcıları Rusların hem geçmişini hem de geleceğini Batıda aramaktaydılar. Ancak Putin dönemindeki Batıcılar ise siyasetten baskın grup olan güçlü devlet ve yukarıdan modernleşme anlayışını temsil eden muhafazakâr Batıcılardı.[45]
Vladimir Vladimiriç Putin ve Rusların Milli Sembolü Ayı |
Sonuç olarak Batıcı/Atlantikçilerin hedefi Rusya Federasyonunda Batı tipi demokratik değerleri, insan haklarını kabul eden ve hukukun üstünlüğüne inanan bir hukuk devletini kurmak, serbest piyasa ekonomisini kurarak hızla kalkınma sürecine sokmak ve G7‘lerin sekizinci üyesi (o dönem için) yapmaktır. Batıcılar/Atlantikçilerin Batı’ya verdikleri bu öncelik Rusya Federasyonunun dış ilişkilerinde de kendisini göstermiş, Kozirev’in, daha Bağımsız Devletler Topluluğu üyelerini ziyaret etmeden, Batılı ülkeleri ziyaret etmesi ilgi çekici olmuştur.[46] Bu bağlamda Sovyetlerin aksine Rusya Federasyonu’nun Batı’yı “öteki” olarak görmekten vazgeçerek dostluk ve ortaklık söylemiyle hareket ettiğini söyleyebiliriz.
Böylece Demokratik bir devlet olmayı ve serbest piyasa ekonomisine geçmeyi planlayan Rusya, Batının desteğinden faydalanarak uluslararası sisteme entegre olmayı hedeflemiştir. Böylece Rusya Federasyonu’nun Batıyı “öteki” olarak görmekten vazgeçmesi ilk baslarda dostluk ve ortaklık söyleminin dogmasına sebep olmuştur. Böylece Batı’nın desteğinden faydalanarak uluslararası sisteme, serbest piyasa ekonomisini benimsemiş demokratik bir devlet olarak entegre olmak isteyen Rusya, SSCB mirasının dezavantajları ve Batının yetersiz yardımlarından dolayı isteğini istikrarlı bir şekilde hayata geçirememiştir. Bu durum ise dışarının olumsuzluklarını içeriye yansıtmış ve milliyetçi söylem büyük bir ivme ile artış göstermiştir. Ayrıca Avrasyacı yeni bir oluşumu besleyen bu süreç Rus kimliğini hızlı bir şekilde dönüştürmüştür. Bu gelişmelerin sonucu olarak iç politika-dış politika karar vericilerinde köklü bir değişiklik yapmış ve Kozirev’in yerine Avrasyacı olarak bilinen Primakov 1996 yılında dışişleri bakanlığına atanmıştır. Bu durum ise daha kapsayıcı olan Batı kimliğinin yerini daha dar kalıplara (etnisite, din, dil v.b) hapsedilmiş bir kimlikle yer değiştirmesine neden olmuştur. Çünkü beklentilerin karşılanamaması halkın Batı’ya karşı kendini farklı hissetmesine neden olmuştur.
Yevgeny Primakov |
Ancak Rusya Federasyonu gibi etnisite, din, dil v.b gibi açılardan farklı kimlikleri barındıran bir ülkede etnik veya dinsel temelde bir ulusal kimliğin inşası toplumsal bütünleşmeyi zayıflatacaktır. Bu nedenle etnisite veya dinsel temelde tanımlanan birleştirici bir üst kimlik görevi üstlenemez. Böylece Rusya Federasyonu dağılma psikozunu asabilmek için farklılıkları içinde barındıracak söylemlere ihtiyaç duymaktadır.
Bu bağlamda Sovyet sisteminin mirası olan ideoloji tutkusu ve idealist motivasyonlara duyulan ihtiyaç gibi özellikler, post-Sovyet mekânında etnik ve dinsel faktörlerin öneminin artması için uygun bir ortam oluşturmaktadır. Rusya’da eski SSCB’deki Marksizmin fonksiyonlarını Ortodoks kilisesine transfer etme gibi beceriksiz girişimlerin arkasında yatan nedende burada aranmalıdır.
Zaten etnik köken açısından Rusların, Federasyonu kamuoyunda homojen bir Rus cumhuriyeti olarak gösterme çabaları, ülkede mevcut etnik kimlikler arasında gerilimi arttıran bir unsur haline geldi. Bilindiği gibi etnik vurgusu ağır basan ulusal kimlik haliyle farklılıkları reddeden ve kolektif kimliği yücelten bir anlayışı dayatacak, bu durum ise toplumda sosyal bağların çözülüşünü beraberinde getirecektir. Bu bağlamda, dağılma olasılığını körükleyecek ırkçı tezlerin eskiye oranla bu dönemde kamuoyunda etkin olması, Rus siyasal yaşamı açısından tehlikeli bir gelişme olarak yorumlanmaktadır.
Bölüm 8. 2- SLAVOFİLLER / PAN-SLAVİZM
Batının “bireyine” karşı Doğunun “komünal” değerlerini öne çıkaran Slavofil söylem üç sacayağını (Ortodoksluk, Otokrasi, Pan-Slavizm) kurgulamasında Slav kimliği ön plana çıkartılmış, evrensel ve misyoner söylemi olan Ortodokslukla bütünleştirilmiştir.[47]
Bundan dolayı bu düşünce esasta Pan-Slavizm’i dar bir etnik milliyetçilikten çıkarmış ve mesyanik bir hale getirmiştir. Çünkü Pan-Slavizm özünde bütün Slav halklarını tek bir çatı altına toplayabilecek tek güç olarak Rusya’yı görmüştür.[48] Bu paralelde 19. yüzyılın ikinci yarısında gelişen bu düşünce özellikle Habsburg ve Osmanlı imparatorlukları içinde kalan D.Avrupa ve Balkan Slavlarını Rusya’nın liderliğinde siyasal bir birliğe dönüştürme hareketi olarak Pan-Slavizm, dar bir milliyetçilik değil mesyanik bir Slav kültüründen kaynaklanmıştı.
Çünkü Ortodoks Slav ırkının kurtuluşunun Slav birliğiyle kurulacak bir “Slav Medeniyeti”nde olduğuna inanılıyordu. Pan-Slavizm’in mesyanik boyutu Batı medeniyetine bir alternatif de içeriyordu. Slav kültürünün işbirliğine ve dayanışmaya dayanan yönü Batı medeniyetinin rasyonalist ve çatışmacı özelliklerine alternatif bir dünya görüşü getirdiği düşünülüyordu.[49]
Slavofil düşüncenin ideallerini ise söyle sıralamamız mümkündü;
- Doğu’da yeni fetihlerle Rus emperyalizmini geliştirmek
- Rusya’nın egemenliği altında bulunan türlü millet ve ırkı “Ruslaştırmak”
- Rusya’nın dışında kalan Slav toplumlarını Rus egemenliği altında birleştirmek gerekliliği[50]
Slavofiller dini topluluk ile dini Mesihçiliği ve milliyetçiliği içeren millet olgusunun
Slav düşünce ve pratiğiyle neredeyse özdeş bir şekilde kurgulamışlar ve imparatorluk içinde diğer etniler ve medeniyetleri ötekileştirmişlerdir. Slavlar bu dönemde her ne kadar Laik bir ideoloji de olsa milliyetçiliği dini duygularına bir sesleniş olarak görmüşlerdir. Ayrıca dini topluluğun etnik topluluğu tanımladığı yerlerde (Avrasya kara parçası) milleti dini toplulukla tanımlamışlar ve bu ideallerini dini-etno bir yapıya oturtmuşlardır. Kısaca kurgularını yansıttığım Slavofiller Soğuk Savaş sonrası Batı’ya olan güven kaybı sonucu Avrasya kimliğinin unsurları içinde yer almışlar ancak etno-dini söylemlerini bu dönemde birleştirici bir unsur olmadığından dolayı çok fazla dile getirememişlerdir.
Slavofiller, Batının liberalizmine ve rasyonalist bireyci felsefesine karşı tavır geliştiren romantikler olarak ”Ortodoksluk-otokrasi-Pan Slavizm” öğelerinde Rusya’yı evrensel zafere halkın değil devletin ulaştıracağını savunmuşlardır. Mesyanik Slav kültürü, Slav ırkının kurtuluşunun Slav birliğiyle kurulacak bir “Slav Medeniyeti”nde olduğuna inanmışlardı. Slavofiller, Batı ve Batıcıları aşağılayarak[51] aslında Batı’ya karşı olan korkusunu yeni bir kimlik kurgusuyla yenmeye çalışmaktadır.
Rusya coğrafya ve kültürüyle Batıdan uzak ve farklı olarak tanımlayarak korkulanı (Batıyı) ötekileştirme yolunu seçti. Bu düşünce Avrasya kimliğini ortaya çıkarıyor ve bu kimlik de “ülkenin ruhani ve jeopolitik kalbi” ortaçağ Moskova’sına dayandırılıyordu. Bu nedenle Batılılaşma öncesi Rus köylüsünün temsil ettiği “komün” Batı bireyciliğinden üstün olarak niteleniyordu. Bu da bize Slavofillerin, Batının kapitalist sorunlarından Rusya’nın farklı bir yol/modelle kaçınabileceğini düşündüklerini gösteriyordu. Çünkü Batılı liberal değerlere ve kurumlara karşı olan Slavofil düşünce liberalist akıma ve rasyonalist bireyci felsefeye karşı tavır geliştiren 19. yüzyıl aydınlarıydı.[52]
Bölüm 8. 3- BOLŞEVİZM / KOMÜNİZM
Komünizm, Çarlık Rusya’nın SSCB’ye geçen dönemi yansıttığı için ve devrimin oluşumunda Rus entelijansiyasına yol gösterdiği için önemli bir yere sahiptir. Bu bağlamda devrime giden süreçte önemli olan birkaç noktaya değinmek gerekecek olursa bunların en önemlilerinden birinin sanayileşme olduğu söylenebilir. Çünkü sanayinin gelişmesiyle şehirlerin kalabalıklaşması yeni bir isçi nüfusunu ortaya çıkarmıştır. Bu endüstrinin isçi nüfusu ise hiç şüphesiz yetersiz toprak hissesini ebediyen terk eden ya da kıs mevsimi geldiğinde geçimlik bir is arayan yoksul köylü kitlelerden oluşmuş ve gelecekteki devrimci kadrolar kendiliğinden beslenecek bir ortam bulmuştur.[53]
İşçi sınıfının siyasi, iktisadi ve sosyal durumu 1900’lü yıllara kadar değişmeden kalmıştır. Çünkü gittikçe büyüyen burjuvazi karşısında savunmasız kalan, taleplerini dile getiremeyen, örgütlenme hakkından yoksun kalan isçiler maddi açıdan olduğu kadar moral olarak da kötü duruma düşmüşlerdir. Bu ortamın getirdiği ise yüzyılın sonuna doğru net olarak belirginleşmiş olan iki gücün uzlaşmaz bir çatışma içinde birbirlerinin karşısına dikilmiş olmalarıdır. Bu güçlerden biri hükümdarlık etrafında bir araya gelmiş, imtiyaz sahibi (soylular, büyük toprak sahipleri, askeri kast, yüksek din adamları zümresi) mutlakıyetçiler, diğeri ise 1800–1900 yılları arasında oluşan ve özellikle örgenciler tarafından henüz örgütlenmeye başlamış, genç isçileri kapsayan genç devrimcilerdi. Birbirine tezat bu iki gücün arasında, orta sınıfa mensup akademisyenler, avukatlar, doktorlar, yazarlar vs. den oluşan üçüncü bir öğe yükseliyordu. Ürkek liberal bir hareket olarak göze çarpan bu hareket ise Batıcıları temsil ediyor ve reformist bir düşünce yapısını benimsiyorlardı.[54]
Rusya’nın hızlı bir şekilde sanayileşmesinin ortaya çıkardığı bu yeni sınıflar (1905’te başarısız olan ve 1917’de başarılı olan devrimleri ortaya çıkarmıştır.) 1905’te orta sınıfın desteğini alamamış ve başarısız olmuştur. Ancak Çar, kısa zamanda birçok siyasi özgürlüğü vereceğini ve idari görevlerde kendisine yardımcı olsun diye Duma’yı toplantıya çağıracağını belirtmiştir. 1914 yılına geldiğimizde ise Çar Akdeniz’e ulaşma hayaliyle Rusya’yı I. Dünya Savaşı’na sokmuş ve istikrarsızlığı daha da arttırmıştır. 1917’de askerler cepheden kaçarken halkın Çar’dan hoşnutsuzluğu da hat safhaya ulaşmıştır.[55]
Savaşın ülkede yol açtığı bunalım ve bu sıralarda açığa çıkan bir takım hükümet yolsuzlukları çatışmaları hat safhaya çıkarmış böylece sosyalist propagandanın gelişmesi sağlanmıştır. Gerek isçiler, gerek askeri birlikler ve gerekse aydınlar arasında ilk kez Rusya’nın I. Dünya Savaşı’ndan galip çıkılmasının ancak Çarlığın yıkılması ve yeni bir siyasal rejimin inşası ile mümkün olabileceği fikri hızla yayılmıştır. Bundan dolayı Çar, meşrutiyetinin kalmadığı iktidardan devrimle indirilmiştir.[56]
Bu kargaşa ortamında Bolşevikler durumu kontrol altına almış ve büyük ölçüde eski Çarlık imparatorluğunun sınırlarını kontrol eden çok etnikli bir üniteyi yeniden inşa etmişlerdir. Böylece uzun bir sanayileşme sürecinin ve zihinsel bir değişikliğin ardından Lenin Rusya’da sosyalist bir devrimin hemen gerçekleşebileceği sonucuna varmıştır. Lenin, Marks’ın enternasyonalizmine göndermede bulunarak ve Rusya’nın Batı Avrupa ülkelerinin pek çoğu kadar gelişmiş olmasa da kapitalist ve emperyalist ülkelerin oluşturdukları zincirin en zayıf halkasını oluşturduğunu öne sürerek kendi durumunu savunmuştur. Lenin bu halkanın kırılması halinde tam anlamıyla zincirleme bir tepki oluşacağını zira sanayileşmiş ülkelerdeki isçilerin Rus yoldaşlarının eylemleri ve başarıları sayesinde devrimden esinlendiklerini savunmuştur.
Komünizm, Çarlık Rusya’nın SSCB’ye geçen dönemi yansıttığı için ve devrimin oluşumunda Rus entelijansiyasına yol gösterdiği için önemli bir yere sahiptir. Bu bağlamda devrime giden süreçte önemli olan birkaç noktaya değinmek gerekecek olursa bunların en önemlilerinden birinin sanayileşme olduğu söylenebilir. Çünkü sanayinin gelişmesiyle şehirlerin kalabalıklaşması yeni bir isçi nüfusunu ortaya çıkarmıştır. Bu endüstrinin isçi nüfusu ise hiç şüphesiz yetersiz toprak hissesini ebediyen terk eden ya da kıs mevsimi geldiğinde geçimlik bir is arayan yoksul köylü kitlelerden oluşmuş ve gelecekteki devrimci kadrolar kendiliğinden beslenecek bir ortam bulmuştur.[53]
İşçi sınıfının siyasi, iktisadi ve sosyal durumu 1900’lü yıllara kadar değişmeden kalmıştır. Çünkü gittikçe büyüyen burjuvazi karşısında savunmasız kalan, taleplerini dile getiremeyen, örgütlenme hakkından yoksun kalan isçiler maddi açıdan olduğu kadar moral olarak da kötü duruma düşmüşlerdir. Bu ortamın getirdiği ise yüzyılın sonuna doğru net olarak belirginleşmiş olan iki gücün uzlaşmaz bir çatışma içinde birbirlerinin karşısına dikilmiş olmalarıdır. Bu güçlerden biri hükümdarlık etrafında bir araya gelmiş, imtiyaz sahibi (soylular, büyük toprak sahipleri, askeri kast, yüksek din adamları zümresi) mutlakıyetçiler, diğeri ise 1800–1900 yılları arasında oluşan ve özellikle örgenciler tarafından henüz örgütlenmeye başlamış, genç isçileri kapsayan genç devrimcilerdi. Birbirine tezat bu iki gücün arasında, orta sınıfa mensup akademisyenler, avukatlar, doktorlar, yazarlar vs. den oluşan üçüncü bir öğe yükseliyordu. Ürkek liberal bir hareket olarak göze çarpan bu hareket ise Batıcıları temsil ediyor ve reformist bir düşünce yapısını benimsiyorlardı.[54]
Rusya’nın hızlı bir şekilde sanayileşmesinin ortaya çıkardığı bu yeni sınıflar (1905’te başarısız olan ve 1917’de başarılı olan devrimleri ortaya çıkarmıştır.) 1905’te orta sınıfın desteğini alamamış ve başarısız olmuştur. Ancak Çar, kısa zamanda birçok siyasi özgürlüğü vereceğini ve idari görevlerde kendisine yardımcı olsun diye Duma’yı toplantıya çağıracağını belirtmiştir. 1914 yılına geldiğimizde ise Çar Akdeniz’e ulaşma hayaliyle Rusya’yı I. Dünya Savaşı’na sokmuş ve istikrarsızlığı daha da arttırmıştır. 1917’de askerler cepheden kaçarken halkın Çar’dan hoşnutsuzluğu da hat safhaya ulaşmıştır.[55]
Savaşın ülkede yol açtığı bunalım ve bu sıralarda açığa çıkan bir takım hükümet yolsuzlukları çatışmaları hat safhaya çıkarmış böylece sosyalist propagandanın gelişmesi sağlanmıştır. Gerek isçiler, gerek askeri birlikler ve gerekse aydınlar arasında ilk kez Rusya’nın I. Dünya Savaşı’ndan galip çıkılmasının ancak Çarlığın yıkılması ve yeni bir siyasal rejimin inşası ile mümkün olabileceği fikri hızla yayılmıştır. Bundan dolayı Çar, meşrutiyetinin kalmadığı iktidardan devrimle indirilmiştir.[56]
Bu kargaşa ortamında Bolşevikler durumu kontrol altına almış ve büyük ölçüde eski Çarlık imparatorluğunun sınırlarını kontrol eden çok etnikli bir üniteyi yeniden inşa etmişlerdir. Böylece uzun bir sanayileşme sürecinin ve zihinsel bir değişikliğin ardından Lenin Rusya’da sosyalist bir devrimin hemen gerçekleşebileceği sonucuna varmıştır. Lenin, Marks’ın enternasyonalizmine göndermede bulunarak ve Rusya’nın Batı Avrupa ülkelerinin pek çoğu kadar gelişmiş olmasa da kapitalist ve emperyalist ülkelerin oluşturdukları zincirin en zayıf halkasını oluşturduğunu öne sürerek kendi durumunu savunmuştur. Lenin bu halkanın kırılması halinde tam anlamıyla zincirleme bir tepki oluşacağını zira sanayileşmiş ülkelerdeki isçilerin Rus yoldaşlarının eylemleri ve başarıları sayesinde devrimden esinlendiklerini savunmuştur.
Komünist Lider Vladimir Ilyich Lenin |
Lenin’in egemenliği ele geçirme sürecine baktığımızda Marksizm’in ana sezgisini tek bir cümlede tanımlayan Komünist manifestodaki su ünlü cümle dikkat çekmektedir.“Şimdiye kadar var olmuş bütün toplumların tarihi, sınıf mücadelelerinin tarihidir. Bu durumun farkında olan Lenin ve Bolşevikler ideolojik ve misyoner bir politika takip etmişler ve “ulus-üstü” bir anlayışı toplumda tutunumu sağlamak için bir araç haline getirmişlerdir.”
Bu bağlamda “sosyalist kimlik”, üst kimlik olarak geliştirilmiş böylece Rus ulusunun sembolleri, değerleri ve gelenekleri, yani toplumun geleneksel kalıpları ve yeni gelişmekte olan modern sivil toplum kurumları bastırılırken, Marksist ideolojinin değer ve sembolleri ön plana çıkarılmıştır. Bu paralelde ulus-üstü Sovyet kimliğini yaratabilmek için, siyasal güç ideoloji ve endoktrinasyon etkili bir şekilde kullanılmıştır.[57] Bu kimlik kırılmasının fikir alıntısı ise Engels’in 1847’deki ifadelerinde kendini göstermektedir. Bir araya gelen insanların milliyetleri… Bu birlik altında erimeye zorlanacak ve böylelikle temelinin, yani özel mülkiyetin ortadan kalkmasıyla yok olacak sınıflar ve tabakalaşma gibi milliyetlerde kaybolacaktır.[58]
Friedrich Engels
|
Bolşevikler, Proletarya dayanışmasının ulus devlete duyulan geleneksel bağlılık hissinin ötesinde geleceğini öne süren bir enternasyonallik iddiası ile ortaya çıktılar. Zira Marksizm’e göre, Proletarya dayanışması ulusal duygular ve vatan sevgisi gibi kavramların önüne geçmeliydi: ilerleyen aşamalarda sosyalist bir yaklaşımla uluslar gerçeği yok olacak ve karar alma mekanizmaları ve yetkileri bir merkezde toplanacaktı. Bu düşünce doğrultusunda hareket eden Lenin devrimin ilk yıllarında “halkların kendi kaderini tayin etmeleri” ve siyasal birlikten kendi isteğiyle ayrılma ilkelerinin en başta gelen haklarından olduğunu düşünüyordu.
Çünkü Marks’ın “öteki ulusları bastıran bir ulus hiçbir zaman özgür olamaz” sözünden hareketle Rus ulusuyla öteki milliyetler arasında eşitlik sağlamaya çalışıyor ve “Halklar Hapishanesi”nden Sovyet eşitçiliğine ulaşmayı amaçlıyordu.[59] Böylece Bolşevikler Büyük Rusya şovenizmine dayanmayan ve eski Çarlık imparatorluğunun halkları arasında yeni bir ilişki sekli oluşmayı amaçlayan bir politika izliyorlardı. Bolşeviklerin yapmak istedikleri ise yeni bir insan tipi bir başka deyişle “yeni bir Sovyet insanı” yaratmaktı.[60]
Devrimin ilk yıllarında bu şekilde tanımlanan Bolşevik kimlik, sosyalist ideolojiyi bir “homojenleştirme” aracı olarak kullanmış ve farklı uluslararasında Sovyet üst kimliğini tesise yönelmiştir. Bu hedefi gerçekleştirebilmek için ise milliyetler politikası uygulamaya konmuştur. Stalin Sovyetler Birliğinde ulusal kimliğin tesisini kısaca “biçimde ulusal özde Sosyalist” diye özetlemiştir. Bu formülasyon çerçevesinde ulusal kimliklerin Sovyet üst kimliği içinde eritileceği politikalar geliştirilmiş, ulusal kimlikler yerine “isçi sınıfının enternasyonal hakları ve dayanışması” söylemi ön plana çıkartılmıştır.[61]
Sosyalizmin Rusya’da ulaştığı başarının önemli nedenlerden biri de kutsal üstünlüğün kaybedilmesiyle ortaya çıkan seküler aşağılık duygusunun doğurduğu yeni üstünlük arayışında aramak gerekmektedir. Kutsal ideallerin Hıristiyanlık adına canlı tutulduğu günlerde Rusya, gerçek Hıristiyanlığın dayanağı ve savunucusu olduğunu savunurken SSCB sonrası geliştirilen söylemle Rusya, tüm dünya isçilerinin koruyucusu ve savunucusu haline geldi.[62] Böylece SSCB döneminde halkın artık inancını yitirdiği aidiyetlerin (din, Çar v.b) yerini yenileri almış ve halk yeni bir kimlikle bir arada tutulmaya çalışılmıştır.[63]
Stalin’le beraber kırılma yaşayan enternasyonal Bolşevik kimlik, II. Dünya savaşının getirdiği kargaşa ortamında kendini Rus ulusal motifleriyle değiştirmek zorunda kalmış ve savaştan zaferle ayrılan Stalin Rus halkının savaştaki büyük başarısını bahane ederek Rus kimliğini ön plana çıkarmayı tercih etmiştir. Böylece Rusların tarihsel misyon fikri II. Dünya savaşında zirveye ulaşmış ve tüm dünyanın Rus halkının öncülüğünde kurtarılacağı söylenmiştir. Kısaca Sovyet ideolojisi tarihsel Rus mesyanizmiyle II. Dünya savaşı sonrası bütünleştirilmiştir. Bu bütünleşme sonucu Marksizm ideolojisi Rus Mesih inancıyla çiftleştirilmiş, Marksizm Rus şartlarına uydurulmuş ve Ruslaştırılmıştır. Böylece Proletarya’nın misyonuna bağlı olan Marksizm’in Mesih düşüncesi, Rus Mesih düşüncesiyle birleştirilmiş ve onunla özdeşleştirilmiştir.
Karl Marks |
Rus Komünist devriminde bir proletarya deneyimi hâkim değildi bunun yerine proletarya düşüncesi, proletarya mitosu vardı. Rus devrimi gerçek bir evrensel Mesih devrimiydi; devrim dünyaya selameti, baskıdan kurtuluşu getirecekti. Gerçi en büyük baskıyı oluşturdu ve her türlü özgürlüğü ortadan kaldırdı, fakat bu en büyük amaca ulaşmada sadece geçici bir araçtı, bunu inancına samimiyette yaptı… Rus Komünizmi, Rus Mesih inancına geri dönüştür. Çünkü Komünist düşünce, burjuvanın karanlığını söndürecek doğudan yükselen bir ışık olduğu iddiasındadır.[64]
Sosyalizmin Rusya’daki zaferinin, üzerinde durulması gerekmektedir. Sosyalizmin Rusya’da ulaştığı başarının nedenleri arasında kutsal üstünlüğün kaybedilmesiyle ortaya çıkan seküler aşağılık duygusunun doğurduğu yeni üstünlük arayışını da katmak gerekmektedir. Kutsal ideallerin Hıristiyanlık adına canlı tutulduğu günlerde Rusya gerçek Hıristiyanlığın dayanağı ve koruyucusu olduğunu savunurken SSCB sonrası geliştirilen söylemle tüm dünya isçilerinin koruyucusu ve savunucusu olma vasfını kazandı. Ayrıca komünizm, Rus tarihinde yeni bir sayfa teşkil etmekteydi. Komünizm Rusya’ya gerçekten çok pahalıya mal oldu.
Milyonlarca insan kaybının yanı sıra, asırlar boyunca birikmiş olan Rus kültürünün ve dini değerlerinin yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalmasına yol açtı. Ayrıca sadece Rusların değil dünya yüzeyindeki pek çok milletin büyük faturalar ödemesine sebep oldu. Çarlığın emperyalizm ve sömürgeciliği, komünist SSCB ile artarak ve şiddetlenerek devam etti. İdeolojiler ve yönetimler değişmişti. Fakat istila, sömürge ve zulüm değişmemişti. Rusya yeni sömürge politikası olarak komünizmi kullanmaya başlamıştı. Bu yeni ideoloji ile de Ruslar genişlemelerini devam ettirdiler. Doğu Avrupa ülkelerinin tamamını, Baltık ülkelerini, Balkan ülkelerinin pek çoğunu II. Dünya savaşı akabinde kendilerine mal ettiler. Ayrıca pek çok devleti de çeşitli derecelerde etkileri altına aldılar.[65]
1917 sonrası Rusya’da hâkim olan bu söylem SSCB’nin dağılması ve birliğin ideolojik dayanaklarının cazibe merkezi olması vasfını kaybetmesiyle Rusya’da kökenleri eskiye dayanan birçok tartışma yeniden gündeme geldi. Ancak tartışmaların taraflarını oluşturan bu düşünce akımlarının hemen hepsinde Rusya’nın kutsallığının bundan sonra hangi ideallerle ayakta tutulacağı konusu önemli bir yer tutmaktadır.[66]
Bölüm 8. 4- AVRASYAZM (KLASİK AVRASYACILIK) / AVRASYACILAR
Ekim devriminin tartışmasında, 20’li yıllarda Rus göçmenler arasında doğan ama 1945’ten sonra tekrar unutulmaya yüz tutan üçüncü bir akım ortaya çıktı: “Avrasyacılık”, bu teze göre Rusya, Avrupa’ya benzemeyen ve büyük ölçüde Asya ile aynı kökten olan emsali görülmemiş bir ülkedir. Rusya ne Avrupa ne de Asya’dır. O, Avrasyalı, ayrı, özgün, bütün ve organik bir dünyadır. Avrasyacılara göre bu mega mekân ve sınırsız kaynaklar ülkeyi kendi yeterliliğine ve özerk “kıta okyanus” alanını daima idrak etmeye zorlamaktadır. Bu düşünce doğrultusunda Doğu’nun, Rusya üzerinde pozitif bir etkiye sahip olduğunu ve Rus kültürünün Batıya karşı bir alternatif olarak konularak diğer milletlerin kurtulmasına da örnek olması gerektiği söylenmektedir. Böylece Rusya’nın misyonu evrenselleştirilmektedir.[67]
Sosyalizmin Rusya’daki zaferinin, üzerinde durulması gerekmektedir. Sosyalizmin Rusya’da ulaştığı başarının nedenleri arasında kutsal üstünlüğün kaybedilmesiyle ortaya çıkan seküler aşağılık duygusunun doğurduğu yeni üstünlük arayışını da katmak gerekmektedir. Kutsal ideallerin Hıristiyanlık adına canlı tutulduğu günlerde Rusya gerçek Hıristiyanlığın dayanağı ve koruyucusu olduğunu savunurken SSCB sonrası geliştirilen söylemle tüm dünya isçilerinin koruyucusu ve savunucusu olma vasfını kazandı. Ayrıca komünizm, Rus tarihinde yeni bir sayfa teşkil etmekteydi. Komünizm Rusya’ya gerçekten çok pahalıya mal oldu.
Milyonlarca insan kaybının yanı sıra, asırlar boyunca birikmiş olan Rus kültürünün ve dini değerlerinin yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalmasına yol açtı. Ayrıca sadece Rusların değil dünya yüzeyindeki pek çok milletin büyük faturalar ödemesine sebep oldu. Çarlığın emperyalizm ve sömürgeciliği, komünist SSCB ile artarak ve şiddetlenerek devam etti. İdeolojiler ve yönetimler değişmişti. Fakat istila, sömürge ve zulüm değişmemişti. Rusya yeni sömürge politikası olarak komünizmi kullanmaya başlamıştı. Bu yeni ideoloji ile de Ruslar genişlemelerini devam ettirdiler. Doğu Avrupa ülkelerinin tamamını, Baltık ülkelerini, Balkan ülkelerinin pek çoğunu II. Dünya savaşı akabinde kendilerine mal ettiler. Ayrıca pek çok devleti de çeşitli derecelerde etkileri altına aldılar.[65]
1917 sonrası Rusya’da hâkim olan bu söylem SSCB’nin dağılması ve birliğin ideolojik dayanaklarının cazibe merkezi olması vasfını kaybetmesiyle Rusya’da kökenleri eskiye dayanan birçok tartışma yeniden gündeme geldi. Ancak tartışmaların taraflarını oluşturan bu düşünce akımlarının hemen hepsinde Rusya’nın kutsallığının bundan sonra hangi ideallerle ayakta tutulacağı konusu önemli bir yer tutmaktadır.[66]
Bölüm 8. 4- AVRASYAZM (KLASİK AVRASYACILIK) / AVRASYACILAR
Ekim devriminin tartışmasında, 20’li yıllarda Rus göçmenler arasında doğan ama 1945’ten sonra tekrar unutulmaya yüz tutan üçüncü bir akım ortaya çıktı: “Avrasyacılık”, bu teze göre Rusya, Avrupa’ya benzemeyen ve büyük ölçüde Asya ile aynı kökten olan emsali görülmemiş bir ülkedir. Rusya ne Avrupa ne de Asya’dır. O, Avrasyalı, ayrı, özgün, bütün ve organik bir dünyadır. Avrasyacılara göre bu mega mekân ve sınırsız kaynaklar ülkeyi kendi yeterliliğine ve özerk “kıta okyanus” alanını daima idrak etmeye zorlamaktadır. Bu düşünce doğrultusunda Doğu’nun, Rusya üzerinde pozitif bir etkiye sahip olduğunu ve Rus kültürünün Batıya karşı bir alternatif olarak konularak diğer milletlerin kurtulmasına da örnek olması gerektiği söylenmektedir. Böylece Rusya’nın misyonu evrenselleştirilmektedir.[67]
İlk Avrasyacılar coğrafya faktörü üzerine vurgu yaparlar. Çünkü her coğrafyanın kendi üzerinde yaşayan insanlara ve onların gelişmesi üzerine etkisi vardır. Ayrıca her millet kendi milli, etik ve hukuki değerlerini, dilini ve geleneklerini bu coğrafyanın etkisi altında geliştirir. Öyleyse, hiçbir kültürün evrensellik adı altında diğerleri üzerinde hâkimiyet iddia etmeye hakkı yoktur. Evrensel bir gelişme modeli yoktur. Tarihi ele alırken sadece zaman boyutuyla değil, mekân boyutuyla (çöl, dağ, ova gibi) da ele alınmalıdır. Her kültürel gelişmenin kendi iç kriterleri vardır ve onu anlamak için bu kriterlerin anlaşılması gerekir.[68]
Bu bağlamda Avrasyacılara göre Polonya ve Balkanların kuzeyinden başlayarak Moğolistan’a kadar uzanan coğrafyada yaşayan kültürler aslında bir bütünlük arz ederler ve tarih içerisinde birbirleriyle öyle yakınlaşmışlardı ki, bunlar, sadece coğrafi değil, kültürel bir yakınlık ve hatta bütünlük oluştururlar. Öyleyse simdi bu kültürler tekrar birbirleriyle yakınlaşmak zorundadırlar. Bu yakınlaşmada etnik ve dini farklılıklar önem arz etmemektedir. Ve tabi bu yakınlaşma da merkezi rolü dün Sovyetler, bugün ise Rusya oynayacaktır.[69]
Bu düşünceden dolayı Avrasya coğrafyası artık üç farklı kesime ayrılmaktadır;
a) Orta kıta veya Öz Avrasya,
b) Asya dünyası (Çin, Hindistan, İran),
c) Avrupa dünyası, (sınır Polonya-Romanya hattı üzerinden geçmektedir) böylece Avrasyacılar bu konumlarıyla Batının ve Doğunun sentezini oluşturduklarını iddia etmişlerdir.[70]
Yukarıda bahsettiğimiz Avrasya’nın doğası, Avrupa ve Asya’dan daha fazla burada yaşayan insanların siyasi, sosyal ve iktisadi dayanışmasını gerektirmektedir. Bu çerçevede İskitler, Moğollar ve Hunlar gibi devletlerin Avrasya’da birleştirici bir yapı kurmaları rastlantı değildir. Bu coğrafyada doğusundan batısına bütün milletlerde; “milletlerin kardeşliği” ve “ortak is yapma kavramının olması da rastlantı değildir. Bu milletlerde üstün ırk ve kötü ırk kavramları yoktur…
Rusya, eski metotları yani savaş ve kaynaşma, aydınlanma ve işbirliği yollarıyla bu birliği sağlamalıdır… Rusya kendi basına bir medeniyettir. Batıya karşı durusuyla diğer milletlere de örnek olmalıdır.[71] Devrim sonrası Avrupa’daki Rus Diasporasının uzun süre tabulaştırılan kültüründe ortaya çıkan “Avrasyaizm” Rusya’ya yönelik siyasi ideolojik taslağın geliştirildiği bir tarih felsefesi akımıydı.[72] Bu şekilde oluşan Avrasya düşüncesi 30’lu yıllarda Prag, Sofya, Paris ve Belgrad’taki önemli Rus düşünürlerin kapıldıkları bir cazibe merkezi haline dönüşmüştür. Çünkü Avrasyacılık Çarlık döneminde ortaya çıkan Batıcılık ve Slav milliyetçiliğinden farklılık göstermektedir. İnsan tasvirinden de anlaşıldığı üzere Avrasyacılar asıl karşıtlarını Batıcılar olarak göstermektedirler. “Avrupa merkezciliği” reddediş Slav milliyetçileri ile daha çok benzer yönleri olduğunu göstermektedir. Bu paralelde Çadaev şunları söylemiştir; “biz insanın cinsinin büyük ailelerine dâhil değiliz; ne batıdanız ne doğudan, ne birinden nede ötekinden geleneklerimiz var. Tabiri caizse zamanın dışında durmamız sayesinde, insan cinsinin evrensel terbiye edilmesi bize bir kez olsun dokunmadı bile,”[73] Çadaev bu sözlerinde aslında 90 sonrası zirveye çıkan Avrasya kimliğinin özünü veriyor ve Rus biricikliğine vurgu yapıyordu. Tarihsel bağlamda gerçekten özgün bir rolü olan Rus zihniyetinin modernleşmeye kendi öz dinamikleriyle geçmesi bile aslında Rus kimliğinin evrensel etkilere ne kadar kapalı olduğunu ve kendi iç dinamiklerinden ne kadar beslendiğini göstermektedir. Ancak bu düşünce Sovyet döneminde etkin olamamıştır. Çünkü bu dönemde jeopolitik araştırmalar yasaklanmış ve “sosyalizmi tüm dünyada zafere ulaştırmak” dışındaki tezler aşağılanmıştır.
Bilindiği gibi 1980’lerin sonu 1990’ların basında Rus reform yanlıları yeni liberal demokratlar/yani Batıcılar yönetime hâkim oldu. Ancak yeni sistem Rusya’nın milli ve tarihi gerçeklerine oturmadı. Sonuç ise kendi tarihine ve kültürüne Batılı gözüyle bakarak yabancılaşma oldu. Bundan dolayı reformcu harekete karşı Rusya’da “milli vatanseverler” adıyla bir muhalefet ortaya çıkmaya başladı. Eski Sovyet muhafazakârları ve reformculardan dolayı hayal kırıklığına uğrayan kesimler bu harekete katıldı. Ancak hareketteki belirli bir strateji yokluğu ve kendiliğindenlik içinde bir vatanseverliği geliştirmeye başladı.[74]
Rusya’nın batı karşısındaki yenilmişlik duygusunu asabilmek için yeni bir arayışa girmesinden kaynaklı olan bu süreç post-Sovyet ortamda vatanseverlik akımının içinden ideolojik ve politik bir akım olarak Avrasyacılık yeniden ortaya çıkmıştır. Bu ortaya çıkısın üzerine oturduğu felsefi temeller ise; Amerika ve İngiltere’nin oluşturduğu Atlantikçi gruba olan yoğun eleştiri, globalizm, yenidünya düzeni ve küresel liberalizme karşıtlıkla şekillenmiştir. Ayrıca medeniyetin geliştiği coğrafya ve coğrafi determinizm yeni Avrasyacılık paradigmasında merkeze oturur. Mekânsal düşünceye ağırlık verilirken, evrensel tarih ve tarihselcilik reddedilir. Rusya tarihi, sadece medeniyetin geliştiği bir mekân olarak değil, geçici Batı medeniyetine karşı öncü bir mekân sistemi olarak görülür.[75]
Neden Avrasyacılık? Bu soruya çok farklı cevaplar veriliyor. Öncelikle Avrasyacılık, Rusya’da ve diğer merkezi Asya ülkelerinde toplumun psikolojik taleplerine cevap veriyor. Ruslar, Avrasyacılığı olumlu sonuçlanmayan Batı ile entegrasyon maceralarına bir alternatif olarak görüyorlar. Ayrıca, Avrasyacılık bir tür Mesihlik misyonunu da taşıyor ki, bu Rus İmparatorluğu’nun genişlemeye başladığından bu yana fethettiği yerlere medeniyet götürme iddiasıyla da örtüşüyor. Birinci Avrasyacılık dalgasının 1917 devriminden sonra ikincisinin ise 1991 devriminden sonra gelmesi de ilginçtir. Dünya karşısında güçsüzlük ve yalnızlık hissinin, Slav ırklarda birlik düşüncesini doğurduğunu söyleyebiliriz. Bundan daha önemlisi, devrimlerden sonra devlete yeni, büyük ve kapsayıcı ideoloji lazımdır.[76]
Yukarıda değindiğimiz gibi Soğuk Savaş sonrası SSCB’nin ekonomik ve kimlik mirasını reddeden Rusya’nın bu dönemde pazar ekonomisine yönelen demokratik ülke olma ideali Rusya’da adi suçların artmasını ekonomik ve sosyal sıkıntıların oluşmasını beraberinde getirmiş ve Batılı büyüme modeline olan güven sarsılmıştır. Bu dönemde ulusal kimlik tanımlamasını da yeniden şekillendiren Atlantikçiler Rus insanını SSCB insanından birçok yönde farklı kılmışlar ve bu farklılığı gerek küresel sistemde gerek iç politikada gerekse dış politikada yeni tanımlamalarla meşru hale getirmeye çalışmışlardır. Ancak bu yeni kimlik, sistemin getirdiği içsel ve dışsal etkiden dolayı kırılmalar yaşamış ve yerini Avrasyacı düşünceye bırakmak suretiyle bu bölgede yeni bir kimliğin dogmasında başrolü oynamıştır.
Çünkü Atlantikçilerin hataları içerde milliyetçi duyguları yükseltmiş ayrıca iç ve dış politikada Avrasyacıların söylemleri ön plana çıkmıştır.
Rusya’da bir camii |
Bu durumun ortaya çıkmasının ana nedeni ise Batı ile olumlu sonuçlanmayan entegrasyon sürecinin Avrasyacı bakış açısını güçlendirmesidir. Böylece Atlantikçi bakışa bir alternatif yaratılabilmiştir. Ayrıca Avrasyacılığın bir tür Mesihlik misyonuna sahip olması da Rusların tarihten buyana süregelen fethettiği yerlere medeniyet götürme iddiası ile de örtüşüyordu. Birinci Avrasyacılık dalgasının 1917 devriminden sonra ikincisinin ise 1991 devriminden sonra gelmesi de ilginçtir. Dünya karşısında güçsüzlük ve yalnızlık hissinin, Slav ırklarda birlik düşüncesini doğurduğunu söyleyebiliriz. Bundan daha önemlisi, devrimden sonra devlete yeni, büyük ve kapsayıcı ideoloji lazımdır. Bu ideoloji milli ihtiyaçları karşıladıktan sonra dış politikada “Pax-Americana”ya alternatif olmalıdır. Buna “Pax-Russo Avrasya” diyebiliriz.[77]
Bu paralelde Avrasyacılık tüm Slavların kültürel birliğini vurgulamanın yerine doğu ve güneydeki halkları da göz ardı etmeden Avrasya’nın Ortodoks ve Müslüman halklarının tek bir yönetim altında birleştirilmesini savunmaktadır. Böylece Rusya Federasyonu, Çarlık Rusya ve SSCB nüfuz alanını kontrol altına alabilecektir. Rus ulusal kimliğinin tarihsel sürecine baktığımızda Ortodoksluk, güçlü devlet ve Mesihçi bir kültür üzerine kurulduğunu görürüz. Bu temeller üzerine hegemonik bir ulusal kimlik türeten Rus zihniyeti Çarlık döneminde bunun temellerini atmış Sovyetler döneminde de bu durumu pekiştirmiştir. Ancak SSCB’nin dağılmasıyla tarih içindeki rolü ve taşıdığı kimlikle karşı karşıya bulunduğu tercih sorununun çatışması Rusya’da kimlik sorununu yaratmıştır. Bu durumun sonucu olarak Rusya’nın kendini tanımlayamaması ise ülkenin dış politikası üzerinde ciddi karışıklıklara sebep olmuştur.[78]
Rusya’nın, SSCB sonrası yasadığı bu önemli problem çok uluslu Rus toplumunu devlet etrafında toplayacak ve tek bir millet gibi hareket etmesini sağlayacak bir milli ideolojinin eksikliğinden kaynaklanmaktaydı. Bunu telafi etmek için Rusya’da devletin bütünlüğüne saldıran iç ve dış düşmanlar argümanı çok sık kullanılmakta, ancak milli ideolojinin yerini tutmamaktadır. Yani Rusya, ABD’nin kendi toplumunda oluşturduğu “Amerikan Vatandaşlığı” ideolojisine benzer birleştirici bir mayadan yoksundur.[79]
Bu eksikliği fark edip geçiş döneminde ortaya çıkan Avrasyacılar savundukları düşüncelerde sürekli Rus tarihinden ve coğrafyasından ilham almakta bu paralelde Ortodoksluk ve jeopolitik konumdan dolayı Rusya’yı özgün bir uygarlık olarak algılamaktadırlar. Ayrıca Avrasyacılar, Atlantistlerin aksine Rus insanını dayanışmacı ve toplumcu olduğunu ve dış politikada Mesihçi bir bakışın olması gerekliliğini düşünmektedirler. Bundan dolayı Avrasyacılar “uygarlık ve emperyal ulusal kimlik” arasında bağlantı kurmuşlar ve Rusya’nın bir devlet değil, bir medeniyet olduğunu ileri sürmüşlerdir. Böylece Rusya’da devletin kökeninin, yapısının ve misyonunun Batıdan soyutlamışlar ve Rusya’yı “özel”leştirmişlerdir.[80]
Bu “biriciklik” psikolojisi Reformist Atlantislerin tersine Avrasyacıların, Çarlık ve Sovyet dönemlerinde olduğu gibi dış dünyaya kuşku ile bakmasına sebep olmuştur. Bu durum “iç”e dönük kurgularında “milliyetçi” reaksiyonları canlandırmaktadır. Avrasyacılar bu tepkileri yeniden canlandıran Soğuk Savaş sonrası dönemde ideolojik bölünme sona erse de ülkeler arasındaki mücadelenin asla bitmeyeceğini ileri sürerek yeni tutunumu “sürekli çıkar” olarak tanımlamışlardır. Ulusal çıkarı bu şekilde tanımlayan Avrasyacılar, ulusal kimliğin inşa edilmesi sürecinin lokal güçlere devredilmesinden (federe kuvvetlere verilmesinden) yana olmamışlar ve aidiyet hissinin “merkezci” bir yapıya oturtulmasını savunmuşlardır. Böylece merkezci yapı dış politikada tekil bir hal almakta ve ulusal çıkar federe cumhuriyetler tarafından değil merkezi hükümet tarafından kullanılmaktadır. Bu tekçi ulusal çıkarı savunan Avrasyacılar dış politika söylemlerinde çoğulculuğu, demokrasi ve insan hakları kavramlarını Batının diğer ülkelere müdahale aracı olarak görmesinden dolayı reddetmektedirler.
Bu bağlamda Batıya katılımı Rusya’nın ruhani varlığının reddi olarak gören Avrasyacılar ulusal kimliği kurgularken Batıyı ve Batılı değerleri ötekileştirmiştir ve Rusluğun bir kültür, medeniyet ve kimlik olarak dış tehditlere karşı tek bir ses olması gerektiğini vurgulamışlardır. Bu düşünce ışığında Batının uygar dünya ile özdeşleştirmesine karşı çıkan Avrasyacılar Batı ile ilişkileri “dostluk” değil “çıkar” esasına göre oluşturmayı savunmuşlardır.[81]
Bu politikaya ek olarak Avrasyacılar, Rusya’nın “süper güç kimliği”nin yerine “bölgesel bir güç kimliği” gelirse, Rusya’nın tarih sahnesindeki etkin rolünden vazgeçilmiş olacağını savunmuşlardır. Çünkü Avrasyacılar Rusya’nın tarihindeki Mesihçi/emperyal kimliğe sahip çıkmışlar ve yeni kimliksel kurgularını buna göre şekillendirmişlerdir. Buna paralel olarak Rusya’nın kendi kaynaklarıyla kalkınması gerektiğini düşünmüşler ve Rusya’nın dışarıya bağımlı olmaması fikrini benimsemişlerdir. Böylece Avrasyacılar dış politika vizyonlarını kendisiyle işbirliği yapmak isteyenlerle yakınlaşmak uzak duran ülkelere karşı da uzak durmak olarak açıklamışlardır.[82] Yukarıda kısaca değindiğimiz bu iki yönelim dış politika bağlamında Avrasyacılığı iki açıdan ele almamızı olanaklı kılar: bölgesel anlamda “yakın çevre” doktrininin işlevselleştirilmesi ve küresel anlamda Asya ve üçüncü dünya ülkelerine yönelik özel politikaların üretilmesi.[83]
Rusya’nın bölgesel öncelikleri içerisinde üç farklı coğrafi alan yer almaktadır. Bunlardan birincisi; Güney Kafkasya veya Trans Kafkasya olarak tanımlanan bölgedeki üç ülkedir. (Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan) Bu ülkeler özellikle stratejik konumları ve sahip oldukları önemli doğal kaynaklar nedeniyle Rusya’nın üstünlüğünü tekrar kazanmak istediği bölgelerden biri olmuştur. İkinci olarak ise Orta Asya’da eskiden SSCB bünyesinde bulunan ve günümüzde doğal kaynakları (doğal gaz, petrol) ve stratejik konumlarıyla dünya ekonomisi açısından hayati önem taşıyan ülkeler bulunmaktadır. Bu ülkeler içerisindeki idari yapılanma tekeli Sovyetler Birliği zamanında Rus’ların elinde olduğu için, su anda da idari altyapıda yerel liderlerin etkinlikleri çok zayıf durumdadır. Son olarak da Ukrayna ve Beyaz Rusya, kendi gücünü eskisi gibi kuvvetlendirmek istediği alanlarda değerlendirmektedir. Özellikle bu iki ülke üzerinde güçlü olmak isteyen Rusya, NATO’nun genişleme sürecini de öngörerek bazı adımlar atmaya çalışmış, fakat sadece Beyaz Rusya üzerinde sınırlı bir etki sahibi olmayı başarmıştır.[84]
Avrasyacılar, “yakın çevre”ye yönelik Rus dış politikasında “misyon fikri”ne ağırlık vermektedir. Çünkü Poul Globe’un değindiği gibi Rusya’nın diğer devletlerle bir tutulmayacağı, onun dünyada özel misyonu olduğu düşüncesi birçok Avrasyacı tarafından ileri sürülmektedir. Tarihin büyük bölümünde bu misyon Ortodoksluk ve III. Roma idealiyle bağlantılı oldu. Daha sonra ise Marksist vizyona dönüştürüldü. En son ise bu misyon Rusya’nın yeni bağımsızlık kazanmış “yakın çevre” ülkelerine demokrasi ve serbest Pazar kapitalizmi götürmede özel rol oynayacağı gündeme geldi. Bu fikir yeni bir lider ülke kimliği arayışı içindeki Rus entelektüelleri ve Rus devletince cazip olarak görüldü. “Yakın çevre”deki gerçek ve meşru Rus çıkarları nedeniyle, Rusya’nın misyon fikrinden vazgeçmeyeceğini, açıkça tanımlandığı takdirde dünya toplumunun da bu çıkarları meşru göreceğini düşünebiliriz.[85] Rusya’nın BDT ülkelerine olan bağları asimetrik(eşitler arası olmayan ittifak) karşılıklı bağımlılık gerçekliği çerçevesinde kurgulanırken, Rus devletinin emperyal miras için gerekli kaynaklara olan ihtiyacı bu paralelde yeniden tanımlanma gerekliliği hissetmiştir.[86]
Batının özellikle de ABD’nin tek kutupluluk anlayışına karşı Primakov politikaları ile birlikte Rusya’nın çok kutuplu sistem yaklaşımı ile statükoculuğu benimsemeye çalışması, iç politika tartışmalarının da merkezini oluşturmaktadır. Avrasyacı paradigmanın uluslar arası sistem çözümlemesi için çok kutupluluk perspektifini ileri sürebilmesi ve devlet aygıtının güçlendirilmesi şarttır. Bu bağlamda merkeziyetçi politikaların genelleştirilmesi Avrasyacı paradigmanın içsel boyutunu oluşturmaktadır.[87]
Asya kıtası çerçevesine işbirliği modelleri bağlamında Y.Primakov’ un öne sürdüğü üçgen yaklaşımı, Rusya - Çin - Hindistan işbirliği kapsamının geliştirilmesine yönelikti. Nitekim Çin, Rusya arasındaki ikili ve bölgesel ilişkilerin yapısal açılardan güçlendirilmesi, Rus devletinin resmi doktrinlerinde de yer almaktadır. Batı karşıtı düşünceleri motive eden başka bir alternatif de Rus-Hint işbirliği modeli gibi görünmektedir.[88]
Avrasyacıların dış politikasında gerçekleştirdikleri bu kırılmaların sebebi bölgesel anlamda yakın çevre doktrininin işlevselleştirilmesi ve küresel anlamda Asya, Afrika ve Üçüncü Dünya ülkelerine yönelik yeni politikalar üretilmesidir. Bu bağlamda Rus tarihindeki “emperyal kimlik” mirasına sahip çıkan Avrasyacılar uluslararası politikada güç dengesine önem vererek realist bakış açısını ortaya koymuşlardır. Çünkü Avrasyacılar, Rusya’nın Batı ile iyi ilişkiler kurmak adına ülkenin tarihi, coğrafi ve kültürel kimliğine aykırı politikalar yürütüldüğünü ve ulusal çıkarların göz ardı edildiğini düşünmektedir. Bundan dolayı asıl ağırlığın Batıya değil “yakın çevresine” verilmesini düşünen bu gurup burada yaşayan 25 milyon Rus azınlığın haklarını korumak için ve Rusya’nın BDT ülkeleriyle olan ekonomik, askeri, doğal kaynak ve siyasi karlılık durumunun sürdürülmesi planlanmıştı.
Bölüm 8. 4. 1: Kimliklerle İlişkili Dış Politika Sorunları (Yakın Çevre Politikası)
Rusya Federasyon’unda “ulusal kimlik” tartışmaları, sadece iç yapılanmaya dönük değil kimlik/dış politika ilişkisi bağlamında Rusya’nın dünyaya bakışı ve onu algılayış biçimini de derinden etkilemektedir. Rus ulusal kimliğine yönelik tartışmalar, Rusya’nın uluslararası ve bölgesel güvenlik politikalarına doğrudan yansımaktadır. Dolayısıyla kimlik tartışmaları Rusya’nın dış/bölgesel politikasından bağımsız ondan uzakta salt ulusal/siyasal bir süreç yaşamamaktadır. Bu nedenle tezimin argümanı olan dış politika ve kimlik arasındaki geçişkenliğine en iyi test zemini Rusya Federasyonu’nun en çok sorunla karşılaştığı “yakın çevre” politikasıdır.
Soğuk savaş sonrası dönemde küresel bir rol oynayamayacağını düşünen ancak dünya gücü olma isteğinden de vazgeçemeyen Rusya, Sovyet ülkeleri üzerindeki etki alanını kaybetmemek amacıyla bu ülkelerle, olabildiğince yakın ve dostane ilişkiler kurmayı amaçlamıştır.[89] Böylece yeni bir açılım alanı olarak gördüğü “yakın çevre”sinde etkin hale gelmeyi hedeflemiş ve atlama tası olarak gördüğü Avrasya’da kuracağı hâkimiyetle tekrar küresel bir güç haline gelmeyi planlamıştır. Bu bağlamda oluşturduğu “yakın çevre” politikasıyla Rusya’nın yönelimi Batıdan doğuya yani Asya’ya kaymıştır. Ancak bu kendi özüne dönüş Batıdan kopuşu değil bilakis Batıyla ilişkileri dengede tutmayı amaçlamıştır.[90]
Bu paralelde her ne kadar 1993 sonrası Rus dış politikasında bir kırılma yaşandığı söylense de Batıdan vazgeçememenin Rus dış politikasının temel gerçekliği olduğu göz ardı edilmemelidir. İzlenen politikalarda da görüldüğü gibi Yeltsin sonrası dönemde Putin’in Batı dünyası ile entegre olma hedefi açıkça ifade edilmiştir.[91]
Ruslar “yakın çevre” terimini 1992’den itibaren Sovyetler içinde Rusya’nın uydu cumhuriyetleri olan 14 eski Sovyet Cumhuriyeti için kullandı. “yakın çevre” ülkelerinin çoğu BDT’nin üyesiydi fakat bu terim kolaylık sağlayarak üye olan ve olmayan (Baltık Cumhuriyetleri hariç) eski SSCB cumhuriyetlerinin hepsini kapsıyordu.[92] Ancak Rus ordularının Baltık ülkelerinden çekilmesi bu üç ülkeyi (Estonya, Letonya, Litvanya) bu etki sahasından çıkartmıştı.
Rusya’nın uzun yıllardır nüfuz alanı olan eski SSCB ülkelerinden çok kısa bir süre içinde elini çekmesi hem Rusların istemeyeceği hem de gerçekleşmesi güç bir durumdur. Bunun yanı sıra Rusya, kendi içinde ekonomik ve siyasi sorunlar yaşadığı, ayrıca uluslar arası alanda uyum politikaları geliştirmesinin gerekli olduğu bu dönemde, Batıya dönük ekonomik ve siyasi politika çizgisi izlemiş, fakat sonunda ne ekonomik ne de siyasi olarak beklediklerini alamamıştır. Rasyonel bir tercihle de Avrasya’ya, diğer bir deyişle alıştığı ve uzun yıllardır var olduğu coğrafyaya yönelik politikalarını, Batıyı reddetmeden, yoğunlaştırmıştır.[93]
Bu bağlamda SSCB’nin dağılmasının ardından ortaya çıkan yeni bağımsız cumhuriyetlerle Rusya Federasyonu arasındaki ilişkileri dört önemli faktör belirlemiştir. Birincisi bu Cumhuriyetlerin Rusya Federasyonuna olan ekonomik bağımlılığının devam etmesi, ikincisi etnik sorunlar, üçüncüsü toprak bütünlüğü ile yakından ilgili olan sınır sorunları ve son olarak bu dönemde ortaya çıkan düşünsel akımlar (Atlantikçi/Avrasyacı) olarak karşımıza çıkmaktadır.
İlk olarak değineceğimiz, yeni bağımsız cumhuriyetlerin Sovyetler Birliği’nden devraldıkları Rusya Federasyonuna olan ekonomik bağımlılıklarının Soğuk Savaş sonrası ilişkilerdeki belirleyiciliğidir. Orta Asya Cumhuriyetlerinin Sovyet endüstrisine hammadde sağlayan, fakat endüstrileşmeden pay alamayan bölgeler olma özelliği, Soğuk Savaş sonrası dönemde bu ülkelerin Rusya Federasyonu’ndan bağımsız hareket etmelerini zorlaştırıyordu.[94] Rusya Federasyonu’nun doğal kaynakları özelliklede petrol ve doğal gazı kontrol etmede avantajlı bir konuma sahip olması ve bu duruma ek olarak Avrasya petrollerinin uluslararası piyasaya dağıtımında stratejik üstünlüğe sahip olması karar verici konumda olan Rusya’nın özellikle Orta Asya ve Kafkasya’ya yönelik politikalarının arka planını oluşturmaktadır.[95]
“Yakın çevre” kavramında ikinci olarak değineceğimiz unsur Rusya Federasyonu dışındaki Rus yurttaşların ve Rus azınlığın “haklarının ve çıkarlarının” bütünüyle güvence altına alınmasıdır. Dolayısıyla Rus Diaspora yeni dış politika kavramının da odak noktalarından biri olmaktadır. Öyle anlaşılmaktadır ki Rusya Federasyonu büyük güç statüsü ile aktif bölgesel sorumlulukları/misyonu arasında bir bağlantı kurmakta; aktif bölgesel politikanın Rusya’nın “büyük güç” statüsünü pekiştireceğini, bunun da Rusya içinde “ulusal kimlik” bütünlüğüne katkıda bulunacağını öngörmektedir.[96]Zaten daha sonra yayınlanan ”Ulusal Güvenlik Doktrini”nde yer alan, Rusya dışındaki Rusların Rus dış politikasına somut bir biçimde eklemlendiği ifadesi yeni dönemde Diasporaya ne kadar önem verildiğini göstermektedir. Rusya Federasyonu dışında yaşayan Ruslar zaman zaman “yakın çevre”de yaşayan Ruslar olarak anılmaktadır. Bu referanstaki Ruslar kelimesiyle etnik yakınlık hatırlatılırken, “yakın çevre” ibaresiyle “yeni Rus dış politika öncelikleri”nin önemli bir parçasına atıfta bulunulmaktadır.[97]
Soğuk Savaş sonrasında Rusya’nın üzerinde hassasiyetle durduğu konulardan biri de yeni bağımsız cumhuriyetlerin toprak bütünlüğünü tehdit eden sınır sorunlarına müdahil olarak, Rusya lehine karar verilmesini sağlamaktır. Azerbaycan’da Lezgilerin talepleri nedeniyle yaşanan problemlerde Rusya’nın Lezgileri desteklemesi, keza Gürcistan’ın Abhazya ve Güney Osetya ile özerk Acaristan bölgelerinin bağımsızlık taleplerinin ve Rus milliyetçilerinin etkin olduğu Kuzey Kazakistan’daki ayrılıkçı taleplerin Rusya tarafından desteklenmesi ve Kırım’ın Ukrayna’dan ayrılıp Rusya’ya bağlanması konusundaki Rus talepleri, Rusya’nın sınır sorunlarını dış politikasının önemli bir parametresi yaptığının göstergesidir.[98]
SSCB’nin dağılmasını hızlandıran en önemli faktörlerden biri Rusya’nın kendisine ekonomik yük olarak gördüğü diğer SSCB cumhuriyetlerinden kurtulma kararıydı. Rusya sadece iç politik sisteminde değil, politik mekânında da politik değişikliğe gitmek zorunluluğu hissetmiş ve bununla beraber “uygar halklar” kulübüne girmek için emperyal güdülerden vazgeçtiğini göstermeye çalışmıştır.[99]
Reformistlerin etkin olduğu 1991–93 döneminde çok fazla önem atfedilmeyen “yakın çevre” Rusya’nın modernleşmesi ve büyük güç olması önünde bir engel olarak değerlendirilmiştir. Bu anlamda Asya’daki nüfuz ile Rusların Doğu kökleri arasında kurulan bağlantıya da karşı çıkan Reformistler, “yayılmayı” Mesihçi anlayışın doğal bir sonucu olarak düşünmektedirler. Reformistler ayrıca Avrupa güçlerinin kıyısında kalmanın yarattığı aşağılık kompleksini asabilmek için, Rusya’nın geleneksel olarak doğuya ve güneye yayılmaya çalıştığını belirtmektedirler. Bu bağlamda, BDT ile ilişkilere de farklı bir perspektiften yaklaşmakta ve AB gibi demokratik ve gevsek bir yapılanma modelinin bölge için daha iyi bir seçenek olacağını düşünmektedirler.[100]
Reformistler ayrıca daha dar bir çerçevede özel haklar ve sorumluluklar üstlenilmesini savunmaktadırlar. Diğer türlü BDT ile yapılacak, ekonomik, siyasi ve askeri bütünleşmelerin “emperyal” düşünceyi yeniden canlandıracağını ve Rusya Federasyonunda Sovyet benzeri merkezi yapılanmayı teşvik edeceğini vurgulamaktadırlar. Dolayısıyla bu düşünceleri savunanlar yeni bir emperyal yapılanmayı Rus ulusal çıkarlarına aykırı bulmaktadırlar. Kısaca genel olarak tecrit edici bir politikaya karşı olan Atlantistler, ekonomi ve savunma konularında emperyal taahhütlerin Rusya’ya uzun dönemde zarar vereceğini ve sınırlı kaynakların yanlış kullanımına yol açacağını belirtmektedirler. Rusya’nın böylesi bir ortamda “demokratik” alt yapısını oluşturmayacağını, “otoriteryen” kimliğe zemin hazırlanacağını vurgulamaktadırlar. Bu analiz, yakın çevreye yöneliş biçiminin “iç”i şekillendirici yönünü belirtmekte, dış politika tercihlerinin ulusal siyasete yansımalarına dikkati çekmektedir.[101]
Kozirev’in yönetimindeki dış politikada, Batı ve uluslararası sistem ile ekonomik entegrasyon ve siyasi yakınlaşma savunulmaktaydı. Bu dış politika yöneliminin, Rusya’nın pazar ekonomisine dayalı ve demokratik bir siyasi rejim kurmasına da katkıda bulunacağı düşünülmekteydi. Ancak, bu eğilim özellikle 1993 sonrasında tıkandı ve bu dönemde dış politika yönetiminde Avrasya ekolünü savunan taraf etkin hale gelmeye başladı. Bu değişimin sebebi, hem ekonomik yardım hem siyasi yakınlaşma alanında Batıda hayal kırıklığına uğrayan Rusya’nın, devletin gücünü ve Rus ulusal kimliğini pekiştirmek üzere yeniden Asya’ya yönelmesi isteğidir. Dış politikada Avrasya ekolünün savunduğu “yakın çevre”ye yönelik politikalar uygulanmaya başlanmıştır. Avrasyacılar, Rusya’nın uluslararası sistemde dengeleyici bir rol üstlenmesini ve Rusya’nın nüfuz alanına saygı gösterilmesini istemektedirler. Yakın çevresine ve genel olarak Asya’ya yönelen Rus dış politikasında jeopolitik konum ve ulusal güvenlik kaygıları öncelikli konular olarak yerini almıştır. Bu ekolün izlediği dış politika çizgisine göre, Batı ile ilişkiler ise Rusya’nın çıkarları çerçevesinde ve Batı ile herhangi bir entegrasyon söz konusu olmadan sürdürülecektir. Ocak 1993 tarihinde, Rus Dışişleri Bakanlığı’nın ve Güvenlik Konseyi’nin “Dış politika konsepti”ni onaylaması ile de “yakın çevre” politikasının ana hatları belirlenmiştir.[102]
Rusya Federasyonu ilk üç yılda yaşadığı ekonomik sıkıntıları asmak için Batılı devletlerle ilişkilerini geliştirme yoluna gitti ve Rus ekonomisine canlılık kazandırmaya çalıştı. 1993 yılına gelindiğinde ise ilan ettiği yakın çevre doktrini ile bölgede daha aktif politika izleyeceğinin sinyallerini veren Rusya, ekonomik bağımlılık, etnik meseleler ve sınır meselelerini yeni dış politikasının ana parametreleri haline getirdi.[103] Bu bağlamda Rus hükümeti BDT çatısı altında entegrasyonu artırmayı önemli bir politik ilke haline getirme eğiliminde olmuştur. Ancak bu politikanın hız kazanması Batı ile olan ilişkilerin beklentileri karşılamaması ve özellikle NATO’nun genişlemesi üzerine halktan gelen tepkiler üzerine olmuştur. Böylece Rusya iç baskıların etkisiyle dış politikasında “yakın çevre”ye ilişkin entegrasyoncu politikasından daha belirgin bir şekilde bahis edebilmiştir.[104] Bu dış politika yönelimindeki değişimini Kozirev’in su değişen sözlerinde bulabiliriz; “Rusya’nın emperyalist (yayılmacı) politika izlemesi sonumuzu getirir” derken, Kozirev ağız değiştirerek 1994’te eski Sovyet Cumhuriyetlerinin Rusya ile entegrasyona gitmesini zorunlu görmüştür.[105]
Rus dış politikasındaki bu dönüşümün dayanağını Rus ulusal karakteristiklerinden, Mesihçi/emperyal kimliğe olan özlemle açıklayabiliriz. Çünkü Rus karar vericileri “yakın çevre”ye yönelimi bir yandan “iç”erde emperyal ulusal kimliği pekiştirmek için, öte yandan da yakın çevrede nüfuz alanı kurma politikalarını meşrulaştırmak için “emperyal Rus kimliği”ni kullanmaktadırlar. Dixon’un deyimiyle “yakın çevre”, Rus dış politikasında Rusya’nın gücünü ve zafer ümitlerini sürekli diri tutabildiği bir bölgedir.
Emperyal/hegemonik Rus ulusal kimliği, Rusya’yı hem tarihte hem günümüzde “yakın çevre”ye yöneltmiştir. Böylece “yakın çevre”de kazanılan başarılar Batı’ya karşı “Rus ulusal gururunu ve kimliğini” yaratmıştır.[106] Dolayısıyla Rusya’nın “yakın çevre”si sadece jeopolitik değildir; daha temelde Rus ulusal kimliğine ilişkin kurucu bir içerik taşır. Sonuç olarak Soğuk Savaş sonrası sarsılan ulusal kimlik ve ulusal gururun onarılması ihtiyacı Rusya’nın bölgeye yönelik atak yaklaşımının ardında yatan en önemli nedenlerden biri olmuştur. Bu yaklaşımın söylevi ise “eşitler arasında birincilikti”. Böylece Rusya bu söylemi “yakın çevre”de kullanarak hem bölgede hegemonik arayışlara girmekte hem de içerde emperyal ulusal kimliğini görünür kılmakta ve diri tutmaktadır. Dolayısıyla “yakın çevre” politikası “dış”ardan “iç”i dizayn etmede ve ulusal kimliğin kurgulanmasında rol oynamaktadır.[107] Bu bağlamda bu bölgedeki etkinliğine güvenerek Soğuk Savaş sonrası içine düşülen kimlik krizinin asılmasını hedefleyen Rus karar vericilerinden, Dışişleri Bakanı Ivanov, “uluslar arası politikadaki yerimiz önemli ölçüde BDT ile ilişkilerimizin biçimine bağlıdır” demiştir.[108] Sonuçta Rusya bu politika sayesinde hem bölgede hegemonik arayışlara girmekte hem de içerde emperyal ulusal kimliği görünür kılmakta ve diri tutmaktadır.
“Yakın çevre”nin Rusya için öneminin bir başka sebebi ülkenin jeopolitik konumu ve ulusal güvenlik kaygılarıdır. Çin ve Hindistan ile sınır sorunları yaşamış olan Rusya, yaşadığı bu sınır sorunlarını Rusya’nın uzağında bir tampon bölge (yakın çevre) kurarak aşmayı planlamıştır.[109] Bundan dolayı yakın çevre Rusya’yı sorunlara karşı doğrudan çatışmaya itmeyecek korunması gereken yegâne alan olarak ortaya çıkıyordu.
Rusya Federasyonu ile “yakın çevre” ülkeleri arasındaki ilişkiler iki yönde geliştirilmektedir. Bunlar, Rusya ile cumhuriyetler arasındaki ikili ilişkiler ve BDT bünyesinde gerçekleşmekte olan münasebetlerdir. Rusya iyi komşuluk, dostluk ve işbirliği antlaşmaları çerçevesinde ikili ve grup birlikler kurmaktadır. Bu örgüt ve birliklerin alt yapısını da oluşturan Rusya 1993’ten sonra dış politika yönelimini “yakın çevre”ye kaydırmıştır. Bu politikanın meşrulaştırılması ise ekonomik ve güvenlik problemlerinin ön plana çıkarılması ve bölgeye kurtarıcı misyonuyla girilmesiyle olmuştur. Ayrıca nükleer silahlarını elinde bulundurarak bölgede kendinden başka nükleer güç istemeyen Rusya böylece SSCB dönemindeki sınırlarda askeri açıdan başat aktör rolünü hedeflemiştir. Bununla birlikte Rusya dışında yaşayan etnik Rusların haklarının korunması gerekçesiyle söz konusu ülkelerin kontrol altında tutulması amaçlanmaktadır.[110]
Rus karar vericilerin bölgede üstünde durduğu ana konular jeopolitik konum ve ulusal güvenliktir. Çünkü bu kavramlar Rusya Federasyonu’ndaki “anavatan” olgusunun belirsizliğine dış tehdit ve dış düşmanı besleyen bir işlev yüklemektedir. Böylece ulusal kimliğin kurucu unsuru “öteki” kavramı bu coğrafyanın getirdiği güvensizlik psikozuyla yoğrulmuştur. Bu şekilde oluşturulan yeni Rus zihniyeti Rusya’yı iç sınırın uzağında bir dış sınır (tampon bölge) aramaya itmiştir. Bu nedenle “yakın çevre” Rusya Federasyonunun kendini güvende hissedebileceği ikinci bir sınır vazifesi görmektedir.[111] Çünkü Rusya, dış politika maceralarında kaçınmaya çalışmakta ve “yakın çevre”yi, onu dışarının çalkantılarından koruyacak bir kuşak olarak görmektedir. Tıpkı Doğu Avrupa devletlerini kaybetmesinden sonra SSCB’nin çökmesi gibi, eski SSCB alanındaki etkinliğin kaybının Rusya Federasyonunun parçalanmasına neden olabileceğinden korkulmaktadır.[112]
Bu algılayışın arkasında yatan neden ise Rus insanının, homojen bir anavatana sahip olmaması ve onu dar bir ulusal kimlik algılayışından ziyade emperyal bir kimliğe yöneltmesidir. Bu tarihsel ve geleneksel algılayış Rus insanını emperyal bir coğrafyaya itmiş fakat sürekli büyüme SSCB’nin dağılmasıyla son bulmuştur. Ancak şimdiye kadar Rus insanının ulusal kimliğini ve devletin ulusal/uluslararası gücünü pekiştiren bu kimlik algılaması Rusya’nın “yakın çevre” politikasıyla yeniden canlanmış ve SSCB’nin mirası olan bu bölge Rus dış politikasının en önemli açılım alanı olmuştur. Bu bağlamda Rusya’nın yakın çevresine olan bu yönelimi ise Rus ulusal kimliğini ve Rusya’nın küresel gücünü pekiştirici bir işlev üstlenmiştir.[113] Bu nedenle “yakın çevre” Rus ulusal kimliğinin emperyal boyutunu inşa eden ve Rusya’nın küresel prestijini dokuyan bir öneme sahip olmuştur.[114]
Ancak bu avantajların yanında bölgedeki etnik ve dinsel çatışmaların federasyona sıçrama olasılığı yani ikinci dağılma psikolojisi bu politikanın getirdiği bir dezavantaj olarak nitelendiriliyordu. Fakat yakın çevrenin sınırlarını kendi savunma stratejisi için veri alan Rusya, bölgede yaşayan Rus azınlıkların haklarını korumak ve radikal İslam’ın yayılmasını önlemek gibi dış politika öncelikleri söylemiyle “yakın çevre” üzerinde etkinliğini mümkün hale getirmeyi planlayarak, askeri ve siyasi nüfuzunu tesis edip bölgede gücünü artıracaktı. Böylece dağılma psikozunu asmayı ve emperyal ulusal kimliğini pekiştirmeyi hedeflemektedir.[115]
Bu dönemde güç kazanan Avrasyacılar, bu nedenlerle Rus ulusal çıkar alanının eski Sovyet toprakları ile örtüştüğü, dolayısıyla da BDT içinde mümkün olan en geniş entegrasyonun sağlanması gerektiğini savundular. BDT bu anlamda Avrasyacılar için emperyal ulusal kimliklerinin beslenmesinde ve görünür olmasında bir araç niteliğinde idi.[116]
Çünkü Avrasya düşüncesinde, Avrasya koca bir kıta olmakla birlikte gerçek değerini özünde “Rus Süper Etnosu”nu barındırmasından almaktadır. Dolayısıyla, Avrasyacılık emperyal bilincin bir başka adıdır. Lev Gumilev, bu alanın tarihte sırasıyla önce Tatarlar, Moğollar ve son olarak da Rusya tarafından birleştirildiğini belirtmiş; Rusların bir halk olarak ancak çok uluslu Avrasya coğrafyasında var olabileceklerini ifade etmiştir. Dolayısıyla, Avrasyacılar için yakın çevre emperyal ulusal kimliğin tamamlandığı bir alandır. Bu bağlamda Prens Trubeskoi, Asya’ya yönelişi Avrupa’ya karşı Rusya’yı özel kılan bir alternatif olarak değerlendirmekte bir başka deyiş ile ulusal kimliğin dışsal referansını vermektedir.[117]
Avrasyacılar, Rusya’nın uluslararası sistemde dengeleyici bir rol üstlenmesini ve Rusya’nın nüfuz alanına saygı gösterilmesini istemektedirler. “Yakın çevre”sine ve genel olarak Asya’ya yönelen Rus dış politikasında jeopolitik konum ve ulusal güvenlik kaygıları öncelikli konular olarak yerini almıştır. Bu ekolün izlediği dış politika çizgisine göre yukarıda bahsedildiği gibi Batı ile ilişkiler Rusya’nın çıkarları çerçevesinde ve Batı ile herhangi bir entegrasyon söz konusu olmadan sürdürülecektir. Ocak 1993 tarihinde, Rus Dışişleri Bakanlığının ve Güvenlik Konseyinin, Dış Politika Konseptini onaylaması ile de “yakın çevre” politikasının ana hatları belirlenmiştir.[118]
Rusya’nın dış politikasındaki bu değişim Nisan 1993’de yayınlanan Dış Politika Doktrini ve Kasım 1993’teki Savunma Doktrini ile ortaya kondu. Rusya’nın dünya politikasına büyük bir güç olarak eşit haklarla katılması gerektiğinin vurgulandığı her iki belgede de “yakın çevre” ile ilgili ifadeler aynıdır. Çünkü bu belgelerde net bir şekilde “büyük güç” olarak tanımlanan Rusya’nın “yakın çevre”deki milli çıkarlarının korunması zaruri olarak görülüyordu. Ayrıca BDT’nin dış sınırlarının korunması, yeni bağımsız cumhuriyetlerdeki askeri varlığın sürdürülmesi, Rusya dışında kalan soydaşların haklarının korunması bu belgedeki temel hedeflerdi. Bu belgeler bize Rusya’nın emperyal dış politikaya yeniden yöneldiğini göstermektedir. Çünkü Sovyet mekânını Rusya’nın hayat sahası olarak ilan eden bu belgeler Rusya’nın “Monroe doktrini” olarak nitelendiriliyordu.[119] Dış politikada neo-emperyalist bir çizgiye yönelimi açıkça ortaya koyan bu belgeler eski Sovyet mekânını Rusya’nın “hayat sahası” olarak ilan etmiştir.[120]
1993 sonrası “yakın çevre”de BDT ve Rus azınlığın korunmasına ilişkin politikalar “dış politika kavramına” dayandırılmıştır. Nisan 1993 tarihli dış politika kavramında öngörülen hedeflere tümüyle ulaşılmamış olması ve değişen bölgesel/uluslararası çevre Rusya’yı yeni bir dış politika kavramı hazırlamaya itmiştir. 2000 yılında açıklanan yeni Rus dış politika kavramı 21. yüzyılda Rusya’nın dış politika önceliklerini saptamayı amaçlamaktadır. Rusya, “Büyük Güç” ve modern dünyanın etkili bir merkezi olarak tanımlanmaktadır. Ülkenin siyasal, ekonomik, entelektüel ve spirütüel potansiyelinin geliştirilmesini Rusya’nın bu tanımı gerçekleştirmesine bağlanmaktadır. Bir süper güç değilse bile, Rusya’nın kaderi “büyük ve etkili” bir güç olmaktır. Yeni kavram ekonomik küreselleşmenin, Rusya’ya yansıyan yönleriyle bir tehdit olabileceğini Rus çıkarlarına bir tehdit olarak nitelemektedir.[121]
Bu bağlamda Dış ilişkiler Komitesi eski başkanı Yevgeny Ambortsumov da “Rus Monroe Doktrini” düşüncesini geliştirerek, uluslararası alanda yakın çevre politikalarını meşrulaştırmaya çalışmıştır. Ambortsumov, bu doktrinle bir yanda Rusya Federasyonunun eski Sovyet Cumhuriyetleri ile ilişkilerinde içişlerine karışmama, ulusal egemenliğine saygı gösterilmesi ve var olan sınırların korunması gibi evrensel ilkelere uyulması gerektiğini belirtmekte, öte yandan bölgede Rusya Federasyonu’nun özel hak ve sorumlulukları olduğunu vurgulamaktadır. Ayrıca Ambortsumov, Rusya’nın istikrarsız Avrasya bölgesine “hukuk ve düzen” getirmesinin, sadece Rus ulusal çıkarlarına değil küresel toplumun stratejik çıkarlarına da hizmet edeceğini belirtmektedir.
[1] Erol Göka ve Murat Yılmaz
(haz.), Avrasya Uygarlığın Yeni Yolu, İstanbul: Kızılelma Yayınları,
1998, s 23
[2] Alexandr Koyre, 19. yüzyıl Baslarında Rusya’da Batıcılık,
Ulusçuluk ve Felsefe, İstanbul: Belge Yayınları, 1994, s. 11
[3] Erol Göka ve Murat Yılmaz
(haz.), Avrasya Uygarlığın Yeni Yolu, İstanbul: Kızılelma Yayınları,
1998, s 24
[4] Ümit Özdağ
(ed.), Coğrafya, Tarih ve Rus Kimliği,
Avrasya Dosyası, Cilt:6, Sayı:4, s. 73
[5] Zeynep Dağı, Kimlik, Milliyetçilik ve Dış politika
Rusya’nın Dönüşümü, İstanbul: Boyut Kitapları, 2002, s. 78
[6] Zeynep Dağı, Kimlik, Milliyetçilik ve Dış politika
Rusya’nın Dönüşümü, İstanbul: Boyut Kitapları, 2002, s. 80
[7] Mehmet Gönlübol, “Sovyet
ideolojisi ve Dış Politika,” SBF
Dergisi, Cilt: XXIII, Sayı:1, s. 163-164
[8] Mehmet Yavuz Ertürk ve Alpay
Yavuz, “Rusya Ülke Analizi,” T.i.M Ar-Ge bölümünce Araştırılmıştır,
İstanbul 2005, s. 11
[9] Zeynep Dağı, Kimlik, Milliyetçilik ve Dış politika
Rusya’nın Dönüşümü, İstanbul: Boyut Kitapları, 2002, s. 142
[10] Fırat Purtaş, Rusya Federasyonu Ekseninde Bağımsız
Devletler Topluluğu, Ankara: Platin Yayınları, 2005, s. 159
[11] Fatma Sel Turhan(haz.), Küresel Güçler, İstanbul: Küre
Yayınları, 2005, s. 213
[12] Fatma Sel Turhan(haz.), Küresel Güçler, İstanbul: Küre
Yayınları, 2005, s. 212
[13] Zeynep Dağı, Kimlik, Milliyetçilik ve Dış politika
Rusya’nın Dönüşümü, İstanbul: Boyut Kitapları, 2002, s. 141
[14] Fatma Sel Turhan(haz.), Küresel Güçler, İstanbul: Küre
Yayınları, 2005, s. 214
[15] Fatma Sel Turhan(haz.), Küresel Güçler, İstanbul: Küre
Yayınları, 2005, s. 215
[16] Erhan Büyükakıncı(der.), Değişen
Dünyada Rusya ve Ukrayna,
Ankara: Phoenix Yayınevi, s. 145
[17] Zeynep Dağı, Kimlik, Milliyetçilik ve Dış politika
Rusya’nın Dönüşümü, İstanbul: Boyut Kitapları, 2002, s. 145
[18] Zeynep Dağı, Kimlik, Milliyetçilik ve Dış politika
Rusya’nın Dönüşümü, İstanbul: Boyut Kitapları, 2002, s. 73
[19] Abdullah Demir,
Tarihten Günümüze Rus Yayılmacılığı
ve Yeni Kurulan Cumhuriyetler,
İstanbul:
Ötüken Yayınları, 1998, s. 25
[20] İhsan Çomak(ed.), Rusya Stratejik Araştırmaları–1,
İstanbul: Tasam Yayınları, 2006, s. 104
[21] Yaşar Onay, Rusya ve Değişim, Ankara: Nobel Yayıncılık,
2002, s. 50
[22] Zeynep Dağı, Kimlik, Milliyetçilik ve Dış politika
Rusya’nın Dönüşümü, İstanbul: Boyut Kitapları, 2002, s. 74
[23] Yaşar Onay, Rusya ve Değişim, Ankara: Nobel Yayıncılık,
2002, s. 51
[24] Zeynep Dağı, Kimlik, Milliyetçilik ve Dış politika
Rusya’nın Dönüşümü, İstanbul: Boyut Kitapları, 2002, s. 76
[25] Asem Nausabay Hekimoğlu, Rusya’nın Dış Politikası I,
Ankara: Vadi Yayınları, 2007, s. 255
[26] Erhan Büyükakıncı(der.), Değişen
Dünyada Rusya ve Ukrayna,
Ankara: Phoenix Yayınevi s. 146
[27] Asem Nausabay Hekimoğlu, Rusya’nın Dış Politikası I,
Ankara: Vadi Yayınları, 2007s. 254
[28] Zeynep Dağı, Kimlik, Milliyetçilik ve Dış politika
Rusya’nın Dönüşümü, İstanbul: Boyut Kitapları, 2002, s. 148
[29] Fırat Purtaş, Rusya Federasyonu Ekseninde Bağımsız
Devletler Topluluğu, Ankara: Platin Yayınları, 2005, s.136
[30] Zeynep Dağı, Kimlik, Milliyetçilik ve Dış politika
Rusya’nın Dönüşümü, İstanbul: Boyut Kitapları, 2002, s. 148
[31] Zeynep Dağı, Kimlik, Milliyetçilik ve Dış politika
Rusya’nın Dönüşümü, İstanbul: Boyut Kitapları, 2002, s. 147
[32] Fırat Purtaş, Rusya Federasyonu Ekseninde Bağımsız
Devletler Topluluğu, Ankara: Platin Yayınları, 2005, s. 136
[33] Erol Göka ve Murat Yılmaz
(haz.), Avrasya Uygarlığın Yeni Yolu, İstanbul: Kızılelma Yayınları,
1998, s.44
[34] Erol Göka ve Murat Yılmaz
(haz.), Avrasya Uygarlığın Yeni Yolu, İstanbul: Kızılelma Yayınları,
1998, s.54
[35] Asem Nausabay Hekimoğlu, Rusya’nın Dış Politikası I,
Ankara: Vadi Yayınları, 2007, s. 254
[36] Zeynep Dağı, Kimlik, Milliyetçilik ve Dış politika
Rusya’nın Dönüşümü, İstanbul: Boyut Kitapları, 2002, s.
149
[37] Zeynep Dağı, Kimlik, Milliyetçilik ve Dış politika
Rusya’nın Dönüşümü, İstanbul: Boyut Kitapları, 2002, s.
150
[38] Mehmet Yavuz Ertürk ve Yavuz
Alpay, “Rusya Ülke Analizi,” İstanbul: T.i.M Ar-Ge bölümünce araştırılmıştır, 2005, s. 11
[39] Zeynep Dağı, Kimlik, Milliyetçilik ve Dış politika
Rusya’nın Dönüşümü, İstanbul: Boyut Kitapları, 2002, s. 153
[40] Ömer Göksel İşyar, Sovyet-Rus Dış Politikaları ve Karabağ
Sorunu, İstanbul: Alfa
Yayınları, 2004, s. 11
[41] Fırat Purtaş, Rusya Federasyonu Ekseninde Bağımsız
Devletler Topluluğu, Ankara: Platin Yayınları, 2005, s. 137
[42] Fırat Purtaş, Rusya Federasyonu Ekseninde Bağımsız
Devletler Topluluğu, Ankara: Platin Yayınları, 2005, s. 138
[43] Fırat Purtaş, Rusya Federasyonu Ekseninde Bağımsız
Devletler Topluluğu, Ankara: Platin Yayınları, 2005, s. 141
[44] Fatma Sel Turhan(haz.), Küresel Güçler, İstanbul: Küre
Yayınları, 2005, s. 227
[45] Fatma Sel Turhan(haz.), Küresel Güçler, İstanbul: Küre
Yayınları, 2005, s. 227
[46] Asem Nausabay Hekimoğlu, Rusya’nın Dış Politikası I,
Ankara: Vadi Yayınları, 2007, s. 256
[47] Zeynep Dağı, Kimlik, Milliyetçilik ve Dış politika
Rusya’nın Dönüşümü, İstanbul: Boyut Kitapları, 2002, s. 75
[48] Ömer Göksel İşyar, Sovyet-Rus Dış Politikaları ve Karabağ
Sorunu, İstanbul: Alfa
Yayınları, 2004, s. 15
[49] Zeynep Dağı, Kimlik, Milliyetçilik ve Dış politika
Rusya’nın Dönüşümü, İstanbul: Boyut Kitapları, 2002, s. 75–76
[50] Ömer Göksel İşyar, Sovyet-Rus Dış Politikaları ve Karabağ
Sorunu, İstanbul: Alfa
Yayınları, 2004, s. 16.
[51] Mesut Hakkı Caşın, Rus imparatorluk Stratejisi,
İstanbul: Okumuş Adam Yayınları, 2006, s.62
[52] Zeynep Dağı, Kimlik, Milliyetçilik ve Dış politika
Rusya’nın Dönüşümü, İstanbul: Boyut Kitapları, 2002, s.74
[53] Vsevelod Mikahailoviç Eichenbaum, Rus Devrimleri, İstanbul:
Babil Yayınları, 2000, s. 19
[54] Vsevelod Mikahailoviç
Eichenbaum, Rus Devrimleri,
İstanbul: Babil Yayınları, 2000, s. 20
[55] Fırat Purtaş, Rusya Federasyonu Ekseninde Bağımsız
Devletler Topluluğu, Ankara: Platin Yayınları, 2005, s. 248
[56] İlker Gökhan
şen, Rusya
Federasyonu Siyasal Sistemi, (Yüksek Lisans Tezi, Anadolu
Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2003) s. 46
[57] Zeynep Dağı, Kimlik, Milliyetçilik ve Dış politika
Rusya’nın Dönüşümü, İstanbul: Boyut Kitapları, 2002, s. 81–82
[58] Ernest Gellner, Milliyetçiliğe Bakmak, İstanbul, İletişim
Yayınları, 1998. s. 24
[59] Erhan Büyükakıncı(der.), Değişen
Dünyada Rusya ve Ukrayna,
Ankara: Phoenix Yayınevi s. 7
[60] A. Sevinç Özcan, Bir Sovyet Mirası Rus Azınlıklar,
İstanbul: Küre yayınları, 2005, s. 8.
[61] Zeynep Dağı, Kimlik, Milliyetçilik ve Dış politika
Rusya’nın Dönüşümü, İstanbul: Boyut Kitapları, 2002, s. 82
[62] İhsan Çomak(ed.), Rusya Stratejik Araştırmaları–1,
İstanbul: Tasam Yayınları, 2006, s. 104
[63] Zeynep Dağı, Kimlik, Milliyetçilik ve Dış politika
Rusya’nın Dönüşümü, İstanbul: Boyut Kitapları, 2002, s. 85
[64] Erol Göka ve Murat Yılmaz
(haz.), Avrasya Uygarlığın Yeni Yolu, İstanbul: Kızılelma Yayınları,
1998, s 26
[65] Abdullah Demir,
Tarihten Günümüze Rus Yayılmacılığı
ve Yeni Kurulan Cumhuriyetler,
İstanbul:
Ötüken Yayınları, 1998, s. 26
[66] İhsan Çomak(ed.), Rusya Stratejik Araştırmaları–1,
İstanbul: Tasam Yayınları, 2006, s. 105
[67] İhsan Çomak(ed.), Rusya Stratejik Araştırmaları–1,
İstanbul: Tasam Yayınları, 2006, s. 128
[68] İhsan Çomak(ed.), Rusya
Stratejik Araştırmaları–1, İstanbul: Tasam Yayınları, 2006, s.
153
[69] İhsan Çomak(ed.), Rusya Stratejik Araştırmaları–1,
İstanbul: Tasam Yayınları, 2006, s. 96
[70] Elhan Veliyev, SSCB
Sonrası Türk-Siyasal ve Askeri İlişkileri (1992–2002 Dönemi), (Yüksek
Lisans Tezi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2002), s. 24
[71] İhsan Çomak(ed.), Rusya Stratejik Araştırmaları–1,
İstanbul: Tasam Yayınları, 2006, s. 128
[72] Erol Göka ve Murat Yılmaz
(haz.), Avrasya Uygarlığın Yeni Yolu, İstanbul: Kızılelma Yayınları,
1998, s. 26
[73] Erol Göka ve Murat Yılmaz
(haz.), Avrasya Uygarlığın Yeni Yolu, İstanbul: Kızılelma Yayınları,
1998, s. 27
[74] İhsan Çomak(ed.), Rusya Stratejik Araştırmaları–1,
İstanbul: Tasam Yayınları, 2006, s. 155.
[75] İhsan Çomak(ed.), Rusya Stratejik Araştırmaları–1,
İstanbul: Tasam Yayınları, 2006, s. 157.
[76] İhsan
Çomak(ed.), Rusya Stratejik Araştırmaları–1,
İstanbul: Tasam Yayınları, 2006, s. 98.
[77] İhsan Çomak(ed.), Rusya Stratejik Araştırmaları–1,
İstanbul: Tasam Yayınları, 2006, s. 98.
[78] Fırat Purtaş, Rusya Federasyonu Ekseninde Bağımsız
Devletler Topluluğu, Ankara: Platin Yayınları, 2005, s. 158
[79] İhsan Çomak(ed.), Rusya Stratejik Araştırmaları–1,
İstanbul: Tasam Yayınları, 2006, s. 157
[80] Zeynep Dağı, Kimlik, Milliyetçilik ve Dış politika
Rusya’nın Dönüşümü, İstanbul: Boyut Kitapları, 2002, s. 159
[81] Zeynep Dağı, Kimlik, Milliyetçilik ve Dış politika
Rusya’nın Dönüşümü, İstanbul: Boyut Kitapları, 2002, s. 161
[82] Ömer Göksel İşyar, Sovyet-Rus Dış Politikaları ve Karabağ
Sorunu, İstanbul: Alfa
Yayınları, 2004, s. 22
[83] Erhan Büyükakıncı(der.), Değişen
Dünyada Rusya ve Ukrayna,
Ankara: Phoenix Yayınevi, s. 149
[84] Erhan Büyükakıncı(der.), Değişen
Dünyada Rusya ve Ukrayna,
Ankara: Phoenix Yayınevi, s. 175
[85] Fırat Purtaş, Rusya Federasyonu Ekseninde Bağımsız
Devletler Topluluğu, Ankara: Platin Yayınları, 2005, s. 167
[86] Erhan Büyükakıncı(der.), Değişen
Dünyada Rusya ve Ukrayna,
Ankara: Phoenix Yayınevi, s. 149
[87] Erhan Büyükakıncı(der.), Değişen
Dünyada Rusya ve Ukrayna,
Ankara: Phoenix Yayınevi s. 149
[88] Erhan Büyükakıncı(der.), Değişen
Dünyada Rusya ve Ukrayna,
Ankara: Phoenix Yayınevi s. 149
[89] Asem Nausabay Hekimoğlu, Rusya’nın Dış Politikası I,
Ankara: Vadi Yayınları, 2007, s.136
[90] Zeynep Dağı, Kimlik, Milliyetçilik ve Dış politika
Rusya’nın Dönüşümü, İstanbul: Boyut Kitapları, 2002, s.172
[91] Bilge Buttanrı,
Bölgesel Güç Karadeniz,
İstanbul: IQ Kültür Sanat Yayıncılık, 2004, s.49
[92] Fırat Purtaş, Rusya Federasyonu Ekseninde Bağımsız
Devletler Topluluğu, Ankara: Platin Yayınları, 2005, s. 139
[93] Ebru Çoban, Soğuk Savaş Sonrasında Rusya-Çin
ilişkileri ve Şanghay işbirliği Örgütü, (Yüksek Lisans Tezi, Ankara
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü 2003), s. 8.
[94] Fatma Sel
Turhan(haz.), Küresel Güçler,
İstanbul: Küre Yayınları, 2005, s. 231.
[95] Zeynep Dağı, Kimlik, Milliyetçilik ve Dış politika
Rusya’nın Dönüşümü, İstanbul: Boyut Kitapları, 2002, s. 179
[96] Zeynep Dağı, Kimlik, Milliyetçilik ve Dış politika
Rusya’nın Dönüşümü, İstanbul: Boyut Kitapları, 2002, s. 191
[97] Fatma Sel Turhan(haz.), Küresel Güçler, İstanbul: Küre
Yayınları, 2005, s. 233.
[98] Fatma Sel
Turhan(haz.), Küresel Güçler,
İstanbul: Küre Yayınları, 2005, s. 234.
[99] Elnur Soltan, “Rus
Dış Politikasının iktisadı,” Stratejik
Analiz Dergisi, Cilt:3, Sayı:29, s. 57
[100] Zeynep Dağı, Kimlik, Milliyetçilik ve Dış politika
Rusya’nın Dönüşümü, İstanbul: Boyut Kitapları, 2002, s. 180
[101] Zeynep Dağı, Kimlik, Milliyetçilik ve Dış politika
Rusya’nın Dönüşümü, İstanbul: Boyut Kitapları, 2002, s. 181
[102] Ebru Çoban, Soğuk
Savaş Sonrasında Rusya-Çin ilişkileri ve Şanghay işbirliği Örgütü,
(Yüksek Lisans Tezi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü 2003), s.8
[103] Fatma Sel Turhan(haz.), Küresel Güçler, İstanbul: Küre
Yayınları, 2005, s. 231
[104] Asem Nausabay Hekimoğlu, Rusya’nın Dış Politikası I,
Ankara: Vadi Yayınları, 2007, s. 137
[105] Elhan Veliyev, SSCB
Sonrası Türk-Siyasal ve Askeri İlişkileri (1992–2002 Dönemi), (Yüksek
Lisans Tezi,
Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü, 2002), s.35
[106] Zeynep Dağı, Kimlik, Milliyetçilik ve Dış politika
Rusya’nın Dönüşümü, İstanbul: Boyut Kitapları, 2002, s.163
[107] Zeynep Dağı, Kimlik, Milliyetçilik ve Dış politika
Rusya’nın Dönüşümü, İstanbul: Boyut Kitapları, 2002, s. 178
[108] Bilge Buttanrı, Bölgesel Güç Karadeniz,
İstanbul: IQ Kültür Sanat Yayıncılık, s. 51
[109] Bilge Buttanrı, Bölgesel Güç Karadeniz,
İstanbul: IQ Kültür Sanat Yayıncılık, s. 50
[110] Asem Nausabay Hekimoğlu, Rusya’nın Dış Politikası I,
Ankara: Vadi Yayınları, 2007, s. 136
[111] Bilge Buttanrı, Bölgesel Güç Karadeniz,
İstanbul: IQ Kültür Sanat Yayıncılık, s. 50
[112] Anar Somuncuoğlu, “Rus Dış
Politikasının Siyasi iktisadı,” s. 57
[113] Bilge Buttanrı, Bölgesel Güç Karadeniz,
İstanbul: IQ Kültür Sanat Yayıncılık, s. 50
[114] Bilge Buttanrı, Bölgesel Güç Karadeniz,
İstanbul: IQ Kültür Sanat Yayıncılık, s. 50
[115] Zeynep Dağı, Kimlik, Milliyetçilik ve Dış politika
Rusya’nın Dönüşümü, İstanbul: Boyut Kitapları, 2002, s. 177
[116] Zeynep Dağı, Kimlik, Milliyetçilik ve Dış politika
Rusya’nın Dönüşümü, İstanbul: Boyut Kitapları, 2002, s. 183
[117] Zeynep Dağı, Kimlik, Milliyetçilik ve Dış politika
Rusya’nın Dönüşümü, İstanbul: Boyut Kitapları, 2002, s. 182
[118] Ebru Çoban, Soğuk Savaş Sonrasında Rusya-Çin
ilişkileri ve Şanghay işbirliği Örgütü, (Yüksek Lisans Tezi, Ankara
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü 2003), s. 8
[119] Fırat Purtaş, Rusya Federasyonu Ekseninde Bağımsız
Devletler Topluluğu, Ankara: Platin Yayınları, 2005, s. 142
[120]İhsan Çomak(ed.), Rusya Stratejik Araştırmaları–1,
İstanbul: Tasam Yayınları, 2006, s. 166
[121] Zeynep Dağı, Kimlik, Milliyetçilik ve Dış politika
Rusya’nın Dönüşümü, İstanbul: Boyut Kitapları, 2002, s.
190
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder