“İmanımdan sonra inancım devletim, tarih boyu bu kadar küçük düşürüldün mü sen?” diye bugünlerde kendime sık sık sorar oldum. Galiba cevabını kendi kendime dahi söylemeye korkar bir psikoloji içerisindeyim ki devamını getirmek konusunda mütereddit bir tavır çiziyorum. İktidar Partisi'nin kendinden olmayanın yaşam haklarını sınırlayıcı tavırlarından özellikle memuriyet ve iş hayatı politikalarından rahatsız biri olarak yine de bir burukluk yaşamıyor değilim. Bunun sebebi hasleten dış basında vuku bulan bizim iç haberlerimiz.
Ülkemiz politikalarını ve gelişmelerini yakinen takip eden Brooking Institute, Carnegie Endowment ve Foreign Policy gibi ecnebi düşünce kuruluşlarının gönderdiği bültenleri okumayı bir süredir bıraktım. Öyle ya da böyle iktidar partisi Türk milletinin tercihidir ve onun eğer görevine bir son verilecekse bu millet tarafından verilecektir. Bu konuda aksi fikirleri çok iyi niyetli bulunmasının mümkün olmadığı konjonktür yahut zaman ruhu içerisindeyiz. Böylesi bir kaotik durumda biz kendimizi nasıl konumlandırmamız gerektiğini bile karıştırmış vaziyette iken, dışarıdan Türkiye'ye bakışların nasıl olduğunu da izlemeye çalışmak yorucu bir vaziyet doğurur oldu. Fakat gördüğüm ve kanaat getirdiğim kadarıyla bilinen hususların tekrarı dışında ne içeride ne de dışarıda yazılan yazıların çok da bir değer ortaya koyması mümkün görünmüyor.
O halde ne ya da neler oluyor sorusu bu durumda hükmünü yitiriyor. Yanlış soru ile doğru cevap bulunmasının mümkün olmadığından hareketle bir "doğru"ya ulaşabileceğimiz bir soru ile yazımıza devam edelim. "Türk Milliyetçileri bu toz duman içerisinde kendilerini nasıl konumlandırmalılar?"
Kendini devleti temsil noktasına taşıyan hükümete "sadece" devletin başında bulunmaları nedeniyle "üzülüyorum". Türk Devleti’nin Başbakan’ı ben seveyim ya da sevmeyim bu durumlara düşmesi bir Türk olarak iç acıtıcı bir maraz.
Ancak Türk Milliyetçileri’nin asıl uyanık olması gereken husus halen “bu işin ardındaki istek” kendini açık etmemiştir. Batı ile arası oldukça iyi olan hükümet kendi deyimleri birilerine “ne istediler de vermedi ki[13]”. Bu işin ardında fitil ateşleyen konunun dersaneler olabileceğine dair tüm değerlendirmeleri o gün şartları içerisinde bile yazdığım değerlendirme yazılarında[14] gerçekçi bulmadığımı belirtmiştim.
Bunun bir MİT kadrolaştırma ve MİT’in başına Gülen ekibinden birinin getirilmesi ile ilgili bir kavga biraz daha mantıki görünse bile halen eksik bir yanları var. MİT’e ait şehir efsaneleri ve bazı uyduruk romanların dışında bu ülkenin önemli isimlerinin evine girilip kamera yerleştirilirken ve Başbakan’ın oğlu ile yaptığı muhtemelen kriptolu telefon görüşmelerinin Tivittır’dan yayın yaptığı bir ülkenin istihbarat kurumundan söz ediyoruz. Ülke çok ciddi bir şekilde kolluk kuvveti zaafiyeti içerisindedir. Ordumuzun Balyoz ve Ergenekon gibi operasyonlarla bugünkü durumuna düşürülmesi, polis kuvvetlerine önce benim polisim denilirken şu anki durumda “Gülen Ekibi kolluk kuvvetleri” durumuna sokulması ile geriye elde kaldı MİT. Peki, bu kurum ülke savunmasını üstlenebilecek kapasite ve kabiliyette mi? Böylesi bir model daha önce uygulandı ve tecrübe edildi mi gibi bir sürü soru dizesi arka arkaya sıralanabilir.
Kaset operasyonları yapan kimselerin oldukça profesyonel çalıştıklarını söylebilirim. Fabrikatör olsalar bile… Bizimkisine benzemeyen bir istihbarat örgütü tarafından eğitildikleri ya da destek aldıklarını tahmin edebiliriz.
Rahmetli Ömer Lütfi Mete'den duymuştum. "Herkes plan yapar ama Allah'ın da bir planı var.” Türk milliyetçileri kirli oyunlardan beri bir tavırla sadece Hakk'ı ve adaleti bir ana rahmi bildikleri devletleri için istemeliler.
“Anam gibi namusum, babam gibi helal ekmeğim, dede yadigârı ve nene duası devletim, sen kimlere kaldın” niteliğinde bir serzeniş ile ne gerekiyorsa onu yapmalı, fakat bu kirli kavganın en ufak bir yerinde dahi adlarının geçmelerine müsaade etmemeliler. Başbakan’ın konuşmalarının ifşasının hemen sonrasında AKP’li bazı kirli zihinlerce gerçekleştirilen amatör Devlet Bahçeli montajı ile gizli mesaj vermelerinin de altında kesinlikle kalınmamalıdır. “Fırıldaklara” karşı da gereken cevaplar yine onların anladıkları dilden verilmelidir. “Müziğe müzik, habere karşı haber, kora kor, dişe diş” mücadele edilmelidir.
Tüm bunların sonunda sözü, dönüp dolaşıp yine kahraman Mehmetçik’e getirmek istiyorum sözü. Açılım masalları yüzünden acaba hani şu “analar ağlamasın” diyerek dillerine doladıkları bir şehid anasının bedduası mı tuttu diye de içimden bir ses duyuyorum.
Fakat bu operasyonların yapanların da (teşbihte hata olmaz) bir Calut (İslam dışı kaynaklarda ismi Goliath olarak da geçer) olmadığını kim söyleyebilir? Yahudilerin Calut tarafından zulme uğramalarında “kutsal sanduka”nın ellerinden alınmasından da Kur’an-ı Kerim’de bahis olunur. Bizim ise imanımız harici bir kutsalımız vardır ki o da atalarımızın bize mirası değil, çocuklarımıza borcumuz olan son vatan parçası üzerinde bulunduğumuz kara parçası vatanımız ve o vatanın mücevheri; yani Türklerin kutsal sandukası “devletimiz.”
Calut hikayesini önemsiyorum, çünkü bu hikaye ana hatları ile şöyledir:
Ara not: Bu kısımda İslamî kaynaklar birincil tutulmakla, İslamî kaynaklarda bulunmayan bazı ayrıntılar için Yahudi ve Hıristiyan kaynaklardan da yararlanılmıştır. Konunun daha net aktarımı için bazı psikolojik tahlillere ve siyasi terimlere de yer verilmiştir.
Calut, Amalika isimli bir ülkenin zalim bir hükümdarı olarak anlatılır. Öyle ki İsrailoğlulları'na ciddi sıkıntı çektirmektedir. Bu dönemde İsrailoğulları'nın iki ayrı devleti vardır. Yehuda ve İsrail. Bu zulüm altında iken aslında İsrailoğulları'nın iç çekişmeleri ve birlik olamamalarından ötürü başlarında var olmaktadır. Hatta öyle ki Kur'an-ı Kerim'de geçtiği üzere "az su içmek" gibi basit bir uyarı için bile komutanlarına itaat etmeyen bir insan kitlesinden söz ediyoruz. Görünen o ki o sıralar yaşayan "insan" kitlesi için anlık isteklerinin tatmini "vatan sevgisi"nin dahi önüne geçmiş. Bu ayrııklar Yahudi tarihinin altın dönemi olan baba oğul İslamî olarak Davud ve Süleyman Aleyhisselam, Yahudilere göre David ve Şolomon (Yahudilere göre Davud Aleyhisselam peygamber değildir, kraldır). Durum o kadar kötüdür ki Yahudiler o yıllarda kendilerine hükümdarlık eden kişiyi "İşboşet" yani utanılası kişi olarak anmışlardır. Bu dönemde yine Yahudilerin kutsal emaneti diyelebileceğimiz "kutsal sanduka" ellerinden alınmıştır. Bu durum ta ki Davud Peygamber zuhur edine kadar böylece sürmüştür...
Calut hikayesini önemsiyorum, çünkü bu hikaye ana hatları ile şöyledir:
Ara not: Bu kısımda İslamî kaynaklar birincil tutulmakla, İslamî kaynaklarda bulunmayan bazı ayrıntılar için Yahudi ve Hıristiyan kaynaklardan da yararlanılmıştır. Konunun daha net aktarımı için bazı psikolojik tahlillere ve siyasi terimlere de yer verilmiştir.
Calut, Amalika isimli bir ülkenin zalim bir hükümdarı olarak anlatılır. Öyle ki İsrailoğlulları'na ciddi sıkıntı çektirmektedir. Bu dönemde İsrailoğulları'nın iki ayrı devleti vardır. Yehuda ve İsrail. Bu zulüm altında iken aslında İsrailoğulları'nın iç çekişmeleri ve birlik olamamalarından ötürü başlarında var olmaktadır. Hatta öyle ki Kur'an-ı Kerim'de geçtiği üzere "az su içmek" gibi basit bir uyarı için bile komutanlarına itaat etmeyen bir insan kitlesinden söz ediyoruz. Görünen o ki o sıralar yaşayan "insan" kitlesi için anlık isteklerinin tatmini "vatan sevgisi"nin dahi önüne geçmiş. Bu ayrııklar Yahudi tarihinin altın dönemi olan baba oğul İslamî olarak Davud ve Süleyman Aleyhisselam, Yahudilere göre David ve Şolomon (Yahudilere göre Davud Aleyhisselam peygamber değildir, kraldır). Durum o kadar kötüdür ki Yahudiler o yıllarda kendilerine hükümdarlık eden kişiyi "İşboşet" yani utanılası kişi olarak anmışlardır. Bu dönemde yine Yahudilerin kutsal emaneti diyelebileceğimiz "kutsal sanduka" ellerinden alınmıştır. Bu durum ta ki Davud Peygamber zuhur edine kadar böylece sürmüştür...
Tıpkı kutsal sandukanın Yahudilerin elinden alınması gibi devran ola ki “devletimizin” elimizden alındığı uçurumlara doğru dönebilir. Unutulmamalıdır ki bu topraklarda 1300 yıl süre imparatorluk yaşatmış ve Mısır’a dahi kafa tutmuş Hitit Medeniyeti’nden geriye kalanlar sadece mezarlıklar.
"Biz devirleri insanlar arasında döndürürüz"
[Âl-i İmran: III/140: "We tilke'l-eyyâmu nudâviluhâ beyne'n-nâs"]
Hakikat öksüz ve yetimdir. Ancak sadece mezarlıklarda kavga çıkmaz. Mezardakilerin pişmanlıkları için insanlar hep kavga eder. Hakikatin kimsesizliği yüzünden belki hayattakiler dinlemeyi bildiklerinde ölülerin konuşmaları kulakları sağır edermiş…
Yazımızı bir çare önerisi ile sonlandıralım.
İşte Türkiye'm: Nâmûsum, şerefim, herşeyim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder