Dr. Hayati BİCE
Şeyh Şerafeddin Dağıstanî’nin daha açılışı üzerinden bir ay geçmeden 11 Mayıs 1920 günü “TBMM’yi İslâm imanının yeni kalesi” olarak niteleyen konuşmasını sadeleştirilerek veriyorum:
Önce celseyi yöneten TBMM Başkan vekili, bir kısa sunuş konuşması yapar: “İslam büyüklerinden Şeyh Şerafeddin Hazretleri Ankara’yı şereflendirdi ve bugün Meclisimizde bulunuyorlar. Kendileri gerek Meclisimizde var olan ruh halini doğrudan doğruya görmek ve dönüşünde kendi müridlerine bu meseleyi gerektiği şekliyle açıklamak hem de çevresinde işimizin ve dileğimizin ne kadar yüce olduğunu bildirmek için buraya kadar bizzat gelmişlerdir. Kendisinin bildirisini Şeyh Servet Efendi [1] Yüce Meclis’e tebliğ edecektir.”
Bu takdim ile kürsüye gelen Bursa milletvekili Servet Akdağ’ın konuşması iki ana bölümden oluşuyor:
1. Konuşmanın birinci bölümünde Şerafeddin Dağıstanî’nin TBMM ile ilgili düşüncelerini anlatan Bursa milletvekili Servet Akdağ[1] milletvekillerine bu zatın kim olduğunu ve kısa süre önce İstanbul’da Padişah Vahideddin ile görüşmelerini aktarır.
“Önce Şeyh Şerafeddin Dağıstanî Efendi Hazretlerinin özel durumu ve niteliğini değerli arkadaşlarıma takdim etmeyi bir görev sayıyorum. Şeyh Şerafeddin Dağıstanî, yirmiiki senedir kendisiyle dost olduğum bir kişidir. İslam dünyası için varlığı önem arzeden bir şahsiyettir. Bu çerçevede sunacağım bir niteliği hepinizi memnun edecektir. İslam’ın, İslam hükümlerinin manevi ve ahlâki yücelikleri olduğu gibi maddî gelişmeleri de kapsadığını canlı bir örnekle göstermiş olan bir zattır. Şeyh Şamil Hazretlerinin (Avar) boyunun hicret edip memleketimize geldiği günden beri bir ufacık dağ başına aile fertleri ve bağlıları ile çekilmişler, medeniyet araçlarının her çeşitinden mahrum oldukları halde sadece İslam’ın kutsallığını ve dayanışma ruhunu ve topluma olan kutsal etkisini iyi anlayıp uygulamak suretiyle bugün Avrupa’da dahi görülmeyecek derecede, maddî eserleri, medeniyetin en canlı örneklerini gözümüzün önüne koymuştur.[2] (Sözün bu noktasında yine Bursa milletvekili olan Operatör Emin Bey’in “Bizzat şahidiyim” sözü tutanağa girmiştir.) Arkadaşlarımız içerisinde bu durumun pekçok tanıkları vardır. İşte bu zat, yüce emeller ile geldiği gibi, takip ettiğimiz hakkın büyüklüğünü, kutsallığını gözümüzde canlandırmak maksadı ile gelmişlerdir.
İstanbul’dan en son olarak ayrılan ve Padişah Vahideddin ile de görüşen bir kardeşimizdir. (Burada Servet Efendi Padişah Vahideddin ile şeyhin görüşmesinin nasıl gerçekleştiğini açıklamak gereğini hisseder.) Bendeniz Bursa’da iken bir süre Bursa’da valilik yapmış olan Dahiliye bakanı Hâzım Beyefendi [3], Bekir Sami Beye ve bana bir mektup göndermişti: “Şeyh Şerafeddin Efendi Hazretlerinin şahsiyetinde gördüğüm yükseklik ve büyüklük bana bir ümit verdi ki, Padişah Vahideddin ile görüşürler ve kendi manevi derecesine uygun derecede O’nu irşada çalışırlarsa zannediyorum ki, pek büyük bir oranda müslümanlara faydalı olur ve müslümanların Padişahları ile olan birliğini temine en büyük bir sebep olmak üzere kabul olunur zannederim” diyordu. (Dahiliye Bakanı Hâzım Efendi, anlaşıldığı kadarı ile Şeyh Şerafeddin Dağıstanî’nin padişah ile görüşüp irşad etmesini uygun görmüş.) Bunun üzerine Şeyh Şerafeddin Efendi Hazretlerine bu talebi yerine getirmesini rica ettim. İşte bu şekilde Padişah Vahideddin ile görüşmüşler ve irşadın gereği olan her şeyi iletmiş; gerçeği kalbinde kabullenmesi için birçok sohbet ve uyarıda bulunmuşlar. En sonunda Padişah Vahideddin: “Efendim, içerisinde bulunduğum gerçeği takdir edeceğimde, şüphe yok. Özellikle Hilafet Makamında bulunan bir kimse (kendisini kastediyor) için, durumu takdir edememem mümkün değildir. Görüşmemiz ve sohbetimiz sonucunda bu takdirim, bu anlayışım daha fazlalaşmıştır. Fakat maalesef şunu söylerim ki –(Padişah Vahideddin ağlamış ve gözlerinden yaş dökmüş) – beni öyle bir vaziyete soktular ki, bugün bu maksadımı milletimle birleşip de meydana koyabilmek adeta ulaşılamaz olmuş ve imkân kalmamıştır. Ben bu durumdan çok mahzunum, pek üzüntülüyüm. Salihlerin, âlimlerin dualarına muhtacım. Allah bizi kurtarsın. Beni de, müslümanları da düşmanların elinden kurtarsın. Benim maksadımın müslümanlarla ve müslümanların yüce hedefiyle beraber olmamasının imkânı var mıdır?” demiş ve ağlamışlar. Sonra “Yalnız sizden şunu rica ederim ki; maksadımın böyle olduğunu, müslümanların bir vücut gibi çalışmasını arzu ettiğimi bilin ve bildirin. Müslümanların birleşmelerini ve bu yüce maksad uğrunda çalışmaları arzusunda olduğumu bilin ve bildirin.” (Bu aktarım İngiliz işgalindeki İstanbul’da bulunan Vahideddin’in samimi duygularını ele vermektedir.)
İkincisi İstanbul’da düşmanlarımızın yaptıkları fecaat, alçaklık, yırtıcılık, canavarlık bizim işittiklerimizin çok üzerinde imiş. Şeyh Şerafeddin Dağıstanî Efendi Hazretleri bizzat gözleriyle gördükleri birçok gerçeği bana anlattılar. Sabaha kadar gözüme uyku girmedi. Osmanlı Hanedanı mensubu ve şehzadelere o kadar canice, alçakça, haince tecavüzde bulunmuşlar ki, doğrudan doğruya kapıları kırarak muhasara etmek ve onlara her türlü hakareti yapmakla başlamışlar ve bu dehşetten etkilenerek Sultan Reşad merhumun eşleri ve çocuklarının aileleri yani gelinlerinin her ikisi de aklını yitirmiş; Şeyh Şerafeddin Dağıstanî Efendi, hanımların bu cinnet durumunu gözü ile de görmüş. (Servet Akdağ burada Padişah’ın manevi derecesine saygı duyduğu şeyhten bu aklını yitiren hanedan üyeleri ile görüşerek manevi telkinde bulunmasını da rica ettiğini anlatır.)
Servet Akdağ, daha sonra Ankara’da toplanan milliyetçilerin kimler olduğu konusunda İngiliz işgalcilerin sarayı etkilemek için attığı iftiraların Padişah Vahideddin tarafından Şeyh Şerafeddin Dağıstanî Efendi’ye sorulduğuna temas eder:
“Saltanatı doğrudan doğruya yıkarak zerre kadar eserini bırakmamak isteyen Anadolu’daki kuvvetler, Bolşevik mezhebinde toplaşan Bolşeviklerdir. En büyük gayeleri, saltanatımızın esasını, kökünü yıkmak ve başka türlü yeniden bir esas meydana getirmektir. Ne dersiniz buna?” diye Şeyh Şerafeddin Efendi’ye sormuş. Şeyh Şerafeddin Efendi de padişaha buyurmuşlar ki: “Buna kesinlikle inanır mısınız? Anadolu nedir ve ne gibi itikattadır, nasıl bir ahlâktadır, siz bilmez misiniz? İstanbul’u da kurtaracaklardır. İslam dünyasında, Anadolu’nun hilafet makamına, hilafetin kudretine, izzetine iman etmediğine inanmış hiçbir varlık düşünülebilir mi? Anadolu’yu İstanbul ile mi kıyas edersiniz? İstanbul’da bile benim birkaç gün içinde anladığım, halkın yüzde doksanbeşinin, Anadolu’da, toplaşmış millet kuvvetine manevi olarak bağlı olmaları ve bu bağlılıklarının samimi olmasıdır. İstanbul’u bile ben böyle görmüşken saf, temiz, pak ruhları henüz, fesat eden uygarlık ve Batılı yalanları ile bulaşmayan Anadolu’da böyle şeyleri düşünmekten daha büyük saflık, daha büyük ne olur ki?”
Bu tabloyu değerlendiren Bursa milletvekili Servet Akdağ, sözlerine şöyle devam eder ve Bolşeviklik iddialarına yanıt verir: “Şeyh Şerafeddin Efendi Hazretleri böylece, gayet hikmetli bir tarzda, ustalıkla padişaha telkinde bulunmuşlar; Padişah bu telkinlerden çok memnun olmuş ve bu suretle padişahın kalbine biraz su serpilmiş ve teselli bulmuş. Düşman, “Bolşevik olmuşlar, bolşevik olacaklar, bolşeviklerle saltanatınızı yıkacaklar” diye sözü ile, özü ile, kalemi ile her şeyi ile düşmanlıktan başka ne yapabilir? Tabii biz hayat hakkımızı arayacağız. Hayat hakkımızı ne suretle bulabilmek düşünülebilirse ise o suretle kesinleştirir, kararlaştırır ve o yolda yürürüz. Bu zorunludur. Bu, başka bir mesele değil, hayat hakkı, yaşamak hakkıdır.” [4]
Servet Akdağ daha sonra Şeyh Şerafeddin Dağıstanî ile padişahın son Osmanlı sadrazamı atanması sırasındaki istişaresini naklederek aktarır: “Padişah Vahideddin ile böylece görüştükten sonra İstanbul’dan çıkabilmek için otuz üç gün karşılaştığı zahmetleri aşmak için uğraştıktan sonra nihayet çaresini bulmuş ve İstanbul’dan çıkış belgesini almışlar. Yalova’ya dönmek için vapura binmek üzere iken Padişah Vahideddin özel kalemi ile kendisine bir not göndererek: “Kabinenin değişmesi gerekiyor. Yeni kabineyi kurdurmak için şu kişiler hatırıma geliyor” demiş ve içlerinde (Damat) Ferid Paşa’nın da [5] olduğu bir liste kendisine gösterilmiş ve Padişah’ın “Bu konuyu istihare etsinler, düşünsünler, bize kendi değerlendirmelerini bildirsinler; buna göre biz de mümkün olan şeyi yapalım. Elimizden geldiği kadar iyilik yönünde çalışalım.” dediği de iletilmiş. Bunun üzerine birkaç gün daha İstanbul’da kalması gereken Şeyh Şerafeddin Dağıstanî, 1-2 gün istihare ettikten sonra kanaatini içeren belgeyi yazılı olarak Padişah’ın özel kalemine iletmiş; tekrar görüştüklerinde Özel Kalem Müdürü, “Padişah’ın bizzat kendi eline yetiştirdim” diye yemin etmiş. Şeyh Şerafeddin Dağıstanî, Padişah’a bu konudaki tavsiyesinde: “Eğer istihareden çıkan sonuca inanılıyorsa, bütün şartları ile bendenizin çıkardığım netice, Tevfik Paşa’yı[6] kabine teşkiline memur edebilseniz faydalı olacaktır. Öyle gördüm. Mümkün olabilirse yapın. (Damat) Ferid Paşa’yı kabine teşkiline memur ettiğiniz günden itibaren şahsiyetinize ve Hilafet ve Saltanatınıza hizmet edememiş olacağınızı kesin olarak anlayınız.” buyurmuşlar. “(Damat) Ferid Paşa’yı sadrazam yaparsanız Anadolu’nun artık İstanbul ile münasebet teşkil edemeyecek bir hale düşmek zorunda kalacağını da yazmıştım” buyuruyorlar.
Ancak Padişah Vahideddin, bu açık tavsiyeye rağmen (Damat) Ferid Paşa’yı sadrazam olarak tayin eder. Şeyh Şerafeddin Dağıstanî’nin sonradan öğrenildiğine göre padişah, kabineyi kurmak görevini verdiği (Damat) Ferid’e: “İslam için faydalı bir zat olarak tanıdığım Şeyh Şerafeddin Dağıstanî Efendi Hazretleri var, onu görseniz.” demiş. Bunun üzerine Şeyh Şerafeddin Dağıstanî’yi aratan (Damad) Ferid Paşa, kendilerini yine vapura binmek üzere iken yakalamış; gönderdiği otomobile aldırarak huzuruna getirtmiş.
Servet Akdağ, bu sırada Şeyh Şerafeddin’in “Ferid Paşa kabine teşkiline memur olursa zararlı olur, dediğim duyuldu, bundan dolayı artık beni götürüyorlar, zarar yok; bu bir hizmet mukabilidir ve bu, bir şereftir” diye düşündüğünü naklediyor. Otomobil ile makamına gittiklerinde (Damat) Ferid Paşa yanlarına kimseyi almayıp başbaşa görüşmek istemiş.
Bu özel görüşmede (Damat) Ferid Paşa: “Padişah bana böyle bir irade tebliğ buyurdular. Bu teveccühü ne tarafa daha münasip görüyorsunuz?” diye sormuş. Bu soru karşısında tabii doğrudan doğruya zor bir durumda kalan Şeyh Şerafeddin Dağıstanî hakikatin hatırını daha yüksekte tutarak: “Vallahi, manevî halim gereği ben Zat-ı şahaneye de öyle söyledim, her yerde başka suretle söyleyemem. Milletin birbirlerinden ayrılması sonucu, arada azıcık bir kan dökmeye sebeb olmaktan daha büyük bir cinayet bilmem. Tabii hak, mutlak ki, İslam’ın varlığının izzetinde, şerefinde, yüceltilmesindedir. Bu hedefi gerçekleştirmek için çalışanlar, hak sahibi olması da gerekir. Benim meslekim bunu uzun boylu tetkik olmadığı için şahsiyet tayin edemem, böyle olması, binaenaleyh hakta toplanmaları lazımgelir. Müslümanların bu hakta ihtilaf etmelerinden daha büyük cinayet bilemem, aralarından ihtilafın kalkmasına çalışılmasını isterim ve aralarında da zerre kadar kan dökülmemesi için irşad faaliyetinde bulunulmasını isterim. Arzum bundan ibarettir. Başka bir şey değildir.” demişler.
Bu sırada daha öncesinde, Bursa valiliği sırasında Şeyh Şerafeddin Dağıstanî ile tanışmış olduğu anlaşılan Dahiliye (İçişleri) Bakanı da kendi tercihleri konusunda istişare etmiş Servet Akdağ bu görüşme sonucunda şeyhin ulaştığı sonucu TBMM huzurunda şu ağır sözlerle özetler: “Şeyh Efendi anlamışlardır ki, onların kalplerinde, muhitlerinde kendilerinin menfaati, vicdanlarında korkaklık vardır. ‘İngilizlere karşı konur mu, artık karşı koyulur mu? İngilizlerin karşısında nasıl dururuz? Daha ziyade zararı, daha büyük bir yokoluşu, çöküşü, halkın kanını dökmeyi gerektirir; artık ne yapıp yapmalı, İngilizler ile uyuşmalı.’ Öyle kanaat getirilmiş ki, -hak ve aklın, akıl ve hikmetin de; insaniyetin, hamiyetin, her şeyin tersine-, bencillik, kendini beğenmişlik, şu hasis olan şahıslarını, o rezil olan hayatlarını, çok sevmeklikten ibarettir neticesi...”
Servet Akdağ, Şeyh Şerafeddin Dağıstanî’nin İstanbul’daki temaslarını böylece özetledikten sonra “Padişahın durumu”nu şu şekilde arz eder: “Zat-ı şahanenin (=Padişah’ın) ruhunda bizim maksadımız vardır. Lakin o ruhunun derininde kalmış, o ruhunun derinliklerinden bile sızabilmek imkânını kesmişler hainler, melunlar.” (Kahrolsun, sesleri)
Servet Akdağ bu kanaatini arz ettikten sonra: “Meclisimizin mahiyetindeki meşruiyet ve kudsiyet hakkında Şeyh Şerafeddin Efendi Hazretlerinin itikat ve ıtminanları, yüksek görüşü, yakin derecesindeki bilgisi şöyledir: Buraya her birimiz kalblerimiz, ruhlarımız tatmin olarak toplanmışız.Şüphe yok. Lakin yakînin sonsuz dereceleri vardır. Bundan da bir miktar beyan etmeliyiz.” der ve muhtemelen elindeki bir metinden okumak suretiyle Şeyh Şerafeddin Dağıstanî’nin TBMM hakkındaki değerlendirme ve müjdelerini içeren ve bildirinin ikinci kısmını teşkil eden sözlerine geçer.
***
2. TBMM tutanaklarında “Şeyh (Şerafeddin) Efendi Hazretlerinin İfadelerinin Özeti” başlığı ile yer alan ve çiçeği burnundaki TBMM’nin meşruiyeti ve manevi değeri açısından daha önemli olan bölüm (Şeyh Şerafeddin Dağıstanî) “Buyuruyorlar ki” diye başlar:
“Varlık âleminde bir kesin bir yasadır ki, mevcudatın her birinin kendilerine özel hayat kuralları vardır. Tabii vazifeleridir. Onlar o hayat kuralları ile yaratılışa uygun seyrini takib ettikleri sürece o varlıklar korunmuştur. O varlık adım adım, varlığın kemaline doğru ilerler, yükselir, gider. Varlık âleminin en ekmeli (=olgunu) bulunan Âdemoğlu türünün, insanoğlunun, bilinen varlığın en kâmili olması itibariyle hayatî görevleri, feri görevleri de pek bariz, pek açık suretle aşikar olmuştur. Bu mesele ilmi, hikemi, felsefi bir surette hallolunduğu gibi varlık âlemin tarih levhası açık suretle göz önüne getirilirse kulun, hayati kurallarına ne kadar riayetkar olurlarsa, vazifelerine ne kadar sıkı, samimi, bağlı olurlarsa o kadar varlıklarını koruma konusunda, o varlıklarının ilerleme ve yücelmesi âlemine süratle adımlar atmak itibariyle birbirinin fıtri gereğidir. Yani vazife ile hayat, vazife ile şeref birbirinin gereği ve gerekli fıtri ve zatî gerçeklerindendir. Bu vazifelerin en mukaddesi, varlıklarının, hayatlarının bağımsızlığına, hürriyetine, diğerlerinin gayrimeşru yararına, kendilerinin zararlarına bir kayıt kabul etmemektir. Bu; ilk vazifeleri, hayatî görevleridir. Böylece hayat hakkına sahip olabilirler. Beşer, hayat hakkına malik olabilmek için istiklal hayatını ufacıcık bir kayıtla bile mukayyet tutturmamalıdır. Bu, ilk vazifeleridir. Bu vazife mevcudiyetlerini temin eder. Bu his, bu azim ne kadar yükselirse mevcudiyetleri o kadar ilerler ve yücelir. Varlıkların en olgun türü olan insanlığı sonsuz ve en yüce mertebelerine ilerletici ve yüceltici müslümanlık mevcudiyetidir. İşte bu müslümanlık varlığını en ufak ve hangi şekilde olursa olsun mutlakıyet kaydıyle, ufacık bir suretle sınırlamak, İslam hükümleriyle, müslümanlık ile kesinlikle bağdaştırılabilir değildir.
İşte bu mukaddes ve muazzez ve muazzam vazifeyi, İslamî hayat hakkını sürdürme görevini üstlenen varlık, bugün bu Yüce Meclis’te toplanan varlıktır. Bunun azameti, bunun güzel yüzü, beni doğrudan doğruya elimde olmadan cezbetmiş (çekmiş) ve celbetmiştir (çağırmıştır) ve ziyaretlerine getirtmiştir. (Teşekkür ederiz, alkışlar)
İşte bu Meclisin azametidir ki, binüçyüz bu kadar seneden beri insanlık âlemini nurları ile aydınlatan hayatın saadetleriyle ünsiyet eden müslümanlığın varlığını esirgeyecektir, koruyacaktır. (İnşaallah sesleri) Bundan sonra ve bundan böyle ilerleme ve yücelme kabiliyetine doğru da sınırlarını çizecektir. Şu halde bu varlık, bu cemaatin mevcudiyeti, gerçek niteliği yönünden, tasavvurların üzerinde daha büyüktür, daha güzeldir. Daha güzellik güneşi varlık alemini aydınlatmamışsa da, anbean aydınlatacaktır. Henüz makamından doğmuş bir güneştir. Evet, bu kanaati, ilmi değerlendirmemi “İşitmek görmek gibi değildir” kuralı gereği ilmi bir varsayım olarak bırakmamak, fiilen temas etmek, o manevi şahsiyetinin yüksekliğini sağlayan üyelerinin yüzlerini görmekle şereflenmiş olmak (istedim).”
Şeyh Şerafeddin Dağıstanî’nin bildirisi daha sonra TBMM’nin desteklenmesi yolunda neler yapacağını ifade eden satırlarla şöyle devam eder: “Bundan sonra, garip muhacir olduğumuz halde geldiğimiz bütün Osmanlı memleketlerinde -hüsn-ü zann ettiler- birer, ikişer, üçer ihvanımız (=bağlı dervişlerimiz) vardır. Onlar da bu gerçekleri, ilmi, felsefi, hikemi ve gayesine dayalı tecrübî kurallar ile yazmak ve onlara da bu görevi bugünkü ibadetin en büyüğü, Allah ve Resulünü razı etmenin en büyüğünü ifa etmeyi anlatmak suretiyle de bir hizmet arzusu ile buraya geldiler. (Teşekkür ederiz, sesleri)
Elhamdülillah bu şerefe nail oldum. Bundan böyle görevim, gece, gündüz bu Meclisin üyelerinin kalplerini, İslam’a yararlı her türlü ilhamlar ile aydınlatması için Hakk’ın kapısında (barigâh-ı ulûhiyet) dua ile meşgul olacağım ve bu Meclisin azamet ve meşruiyeti hakkında daima aydınlatma ve uyandırma duygusu ile çevreyi dolaşacağım ve bu suretle döneceğim. Perşembe günü (Yalova’ya) döneceğim. Kendilerine vedalarımı arz ederim.”
(Teşekkür ederiz, sesleri) *
***
Şerafeddin Dağıstanî’nin TBMM’ye sunulan bildirisinin bir özetini yapmanın okur için faydalı olacağına inanıyorum:
1. İstanbul’daki Padişah, Anadolu’daki Kuvvâ-yı Millîye hakkında sağlıklı bir fikir sahibi değildir. İngilizler saray çevresini Anadolu hareketini başlatanların Bolşevik oldukları konusunda etkilemeğe çalışmaktadırlar. Şerafeddin Dağıstanî’nin gözlemleri Padişah’ın ülkenin kaderinden ciddi şekilde endişeli olduğunu -ve hattâ ülkesinin istikbalini düşünerek gözyaşı döktüğünü- göstermektedir. Bu şehadet, Osmanlı’nın en zayıf devrinde iş başına gelen talihsiz Sultan Vahideddin için tarihî bir tezkiyedir.
2. Padişah çevresinin manevî yetkinliğine inandıkları Şerafeddin Dağıstanî ile yapılan istişarenin aksine Padişah’ın Tevfik Paşa’yı değil de (Damad) Ferid’i sadrazam olarak ataması şeyhin İstanbul’dan umudunu kesmesinde etkin olmuştur.
3. Henüz bir ayını doldurmayan TBMM’nin saray nezdinde değer verilen bir maneviyat önderi olan Şerafeddin Dağıstanî tarafından İslam aleminin hayat hakkının devamındaki ‘yegâne meşru odak’ olarak ilanı çok önemlidir. Bu sırada bazı İslâm âlimlerinin Anadolu hareketine katılanların dinden çıktıkları konulu fetvalar hazırlamakta oldukları düşünülürse bu desteğin önemi daha iyi anlaşılır.
4. Şerafeddin Dağıstanî, TBMM’ye desteğini sadece bu TBMM’de dillendirilen bildirisi ile bırakmamıştır. Bursa’nın işgali sonrasında Marmara kıyılarına inmek için Orhangazi üzerinden Yalova’ya yönelen Yunanlıların bölge halkını katletmesini engellemek için müridleri önderliğinde bir direniş gücü oluşturmuş; bu direniş ile Yunan ilerlemesi durdurulurken bölgedeki halk, önce kadın-çocuk ve ihtiyarlar olmak üzere Sakarya-Geyve civarına tahliye edilerek katliamlardan kurtulmuşlardır.[7] Bu sırada Şeyh’in tavsiyesine uymayan birkaç köyün halkı Yunan işgali ve ardından katliama uğramaktan kurtulamayacaktır.
Son olarak aklıma gelen/gönlüme takılan bir soru ile bitireyim: Acaba Şerafeddin Dağıstanî‘nin tavsiyesine uyularak (Damad) Ferid yerine Tevfik Paşa sadrazam olarak atansa idi; Osmanlı’nın akıbeti ne olurdu?
Bu sorunun yanıtı o kadar da kolay değildir.
--------------------------------------------------------
İletişim: atahayati@gmail.com
(*) Şerafeddin Dağıstanî’nin TBMM’ye bildirisi aktarılırken kullanılan parantez içerisindeki ibareler konuşma sırasında TBMM’de işitilen seslerdir. Bazıları ise metnin anlaşılması için tarafımdan eklenmiş açıklayıcı ifadelerdir. Bu ifadelerin karıştırılmaması için asıl metin ile kontrol edilmesi tavsiye edilir.
[1] Servet Akdağ, 1880'de Tosya'da doğdu. I. Dönem Bursa Milletvekili seçilmiştir. Hatay Müftülüğü de yapan Şeyh Servet Efendi, 1. TBMM’deki Nakşbendî şeyhlerindendi. Bkz. Prof. Dr. Ali Sarıkoyuncu, Millî Mücadelede Din Adamları, DİB Yayınları, Ankara-2007.
[2] Servet Akdağ bu sözleriyle konuşmasından yaklaşık 30 yıl önce bugünkü Yalova’nın Güneyköy adı verilen köyüne yerleştirilen Dağıstanlı Avar göçmenlerin kısa sürede bu dağ köyünü imar ederek örnek bir yerleşim haline getirmelerine işaret etmektedir. Güneyköy bugün de merkezi su, kanalizasyon tesislerine varana kadar bütün uygarlık gereklerinin sağlandığı bir örnek köy durumundadır.
[3] Bursa Valisi Ebubekir Hâzım Tepeyran (1864,Niğde-1947,İstanbul) 1918’de Bursa valiliğine atandı ve sadrazam Ali Rıza Paşa kabinesinde İçişleri Bakanı olarak yer aldı. Ali Rıza Paşa kabinesi istifa ettiğinde kurulan Hulusi Salih Paşa hükümetinde de aynı görevi sürdürdü. Kısa ömürlü olan bu kabineden Kuvvâ-yı Milliye’nin asi olduğunu ilan etmeyi reddettiği için istifa etti. Cumhuriyet döneminde 2., 4. ve 7. dönemlerde Niğde milletvekilliği yapmıştır.Türk edebiyatında ikinci gerçekçi köy romanı olan Küçük Paşa’nın yazarı ve Oktay Akbal'ın dedesidir.
[4] Servet Akdağ’ın kendisi de 1. TBMM içerisindeki kadroda Bolşeviklik(=komünistlik) iddialarının muhataplarından olduğundan bu konuda hassasiyet gösterdiği anlaşılmaktadır.
[5] (Damat) Mehmed Ferid Paşa: (1853,İstanbul-1923, Nice-Fransa), Osmanlı diplomat ve devlet adamı. Kayınbiraderi olan VI. Mehmed Vahideddin’in saltanatı sırasında 4 Mart 1919-30 Eylül 1919 ve 5 Nisan 1920-17 Ekim 1920 tarihleri arasında toplam bir yıl bir ay on beş gün sadrazamlık yapmıştır. Mustafa Kemal Paşa önderliğindeki kurtuluş hareketine muhalefetinden dolayı vatan hainliği ile suçlanmış ve yurt dışına gitmiştir.
[6] Ahmed Tevfik (Okday) Paşa (11 Şubat 1845,İstanbul-8 Ekim 1936,İstanbul): Soyu Kırım Tatar hanları olan Giraylar Hanedanı'na çıkar. 3 kez sadrazam olarak atandı. 31 Mart hadisesini takiben 14 Nisan 1909 tarihinde ilk kez sadrazamlığa getirildi. Tevfik Paşa, 12 Ocak 1919’da yeniden sadrazam olarak atandı; ancak işgalci İngilizlerin zorlamasıyla kısa süre sonra, 3 Mart 1919’da istifa etti. 21 Ekim 1920'de Damat Ferit Paşa'nın yerine üçüncü ve son kez sadrazamlığa getirilerek 4 Kasım 1922’de istifa edinceye kadar yaklaşık üç yıl bu makamda kaldı. Ahmed Tevfik (Okday) Paşa’nın son hükûmetinin ilk işlerinden biri Kuvvâ-yı Milliye'ye yardım ettikleri için kürek ve sürgün cezasına çarptırılmış olan milliyetçileri affetmek oldu. Ardından Mustafa Kemal ve arkadaşları hakkında verilmiş olan "gıyâbî idam ve yeniden yargılanma" kararını kaldırdı. Kuvvâ-yı Milliye'ciler için yasaklanmış olan "bey" ve "paşa" ünvanlarının kullanılmasını serbest bıraktı. Görevi sırasında TBMM Hükümeti'ne, Londra Konferansı'na (Şubat-Mart 1921) birlikte katılmayı önerdi, ama Mustafa Kemal'in bunu reddetmesi üzerine konferansta Ankara Hükümeti'ni Bekir Sami Bey, İstanbul Hükümeti'ni ise Ahmed Tevfik Paşa temsil etti. Konferans sırasında Türkiye'nin tek temsilcisinin Ankara Hükümeti olduğunu belirten Ahmed Tevfik Paşa, sözü Bekir Sami Bey'e bıraktı. Bu diplomatik jesti ile, TBMM hükûmetinin Londra Konferansı tarafından resmen tanınmasını sağlamış oldu. Osmanlı’nın son sadrazamı olarak tarihe geçen Ahmed Tevfik Paşa, cumhuriyet döneminde hiçbir görevi kalmayınca istifa etmek istemiş ancak padişah da ülkeyi terk ettiğinden istifa edecek merci dahi bulamamıştı. Ahmed Tevfik Paşa, Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra yurtdışına sürülmeyen Osmanlı Hükümeti üyelerindendir. Ayrıntılar için bkz: http://www.angelfire.com/rnb/atadiyar/ata30e.html
[7] Şerafeddin Dağıstanî’nin bu hizmetlerini dikkate alan TBMM ve T.C. Hükûmeti’nin ilk kararnamelerinden birisi kendisine hizmetlerinin karşılığı olarak verilen takdir beratı ve tahsis edilen ödenek ile somutlaştırılmıştır. Bunun belgesi için bkz. Doç. Dr. Hülya Küçük, Kurtuluş Savaşı’nda Bektaşiler, Kitap Yayınevi, İstanbul-2003
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder