Başlığını çok uzun zaman öncesinde koyduğum ama bir türlü devamını getirmenin nasip olmadığı bir yazı.
Başlığın ağırlığından olsa gerek sanırım, bir başladık; lakin her zaman başlamak başarmanın yarısı olmasa gerek. "Türk gibi" başlayamadık galiba bu sefer. Ülke gündeminin bu kadar meşgul ve yoğun olduğu bir ortamda nerede ise haftada bir fason ya da gündelik yazı karalamak içten bile değil. Her şey gün gibi ortada iken kendi gözlerimizden "hakikati" haykırmak nasıl bir ihtiyaçtır?
Aşık Sefai'nin o güzel dizelerinde getirdiği gibi bir ihtiyaç da olsa gerek.
Zaman dokuz başlı ejderha
Sen bana düşman bense bana
Yüreğim Kaf Dağı'na sürgün
Ruhum Tur Dağı'nda esir
Deli eyledi zaman
Bir acı ki dizlerim duymasa da bedenim
Parmaklarımda söndürdüm isyanımı....
Eski zamanların kalemi zamaneleşti ve tuşlara dönüştü. Ne de olsa da "Üsküdar Çevresi Ekibi"nin maksatlarından biri "Geleceğin Tarihine Yazılmamış Mektupları" kaleme almak. Öyle olsun, vira Bismillah...
Geçenlerde yine bir dost meclisinde konuşuyorduk. "Neden artık helak hadiseleri görülmüyor" bağlamında bir sohbet başladı ve devam etti. Bazı arkadaşlarımız belki de "aksettirilmeye" de çalışan şekli ile helakların devam ettiğini, sadece bunun farkında olunmadığına dair görüşler beyan ettiler ki dehşete kapıldım. Bu sözler, "Olmasa da Olurduk" gibi bir furya ile gitgide radikalleşen ve aslında bir o kadar da komikleşen gazetenin "17 Ağustos" söylemleri kokuyordu, buram buram. Bir düşünelim ve birer birer göz önüne getirmeye çalışayım yaşadığımız doğal afetleri. Benim hafızamda kalanlar itibariyle Gölcük, Düzce depremleri ve sıcak gündem oluşturması nedeniyle maden, inşaat kazaları.
Kavramların birbirine bilinçli bir şekilde birbirinin içerisine sokulduğu ve zeminin kaydırılıdığı bir ortamda birazdan yazımızın ilerleyen kısımlarında kullanacağımız kavramları yanlış anlamalara mahal vermemek adına kısaca izah edelim. Yaşamış olduğunuz toplumsal afazi (aphasia) bizi buna mecbur ediyor:
Kaza; kişinin kendi isteği ve iradesi dışında başına olumsuz yahut istenmedik hadiseler gelmesidir. Kaderle ilgili bir meseledir. Somut örnek vermek gerekirse maden işçileri açısından yaşanan facialar "kaza"dır. Fakat bu maden sahibi ve diğer sorumluların yerine getirmedikleri sorumluluklar ölçüsünde de düpedüz cinayettir, katliamdır. Kaza sonucu hayatını kaybeden kimse için "İslâmi ölçülerden bahsederek" helak oldu demek, büyük ölçüde bir "kafirlik" suçlamasıdır. Öyle ki "İki Cihan Başbuğu"nun bir hadisi şerifinde buyurduğu üzere:
“Bir kimse müslüman kardeşini tekfir ederse küfür (tekfir edilen veya edenden) biri üzerine döner.” (El Müsned (Ahmed b. Hanbel), C: 2, Sh: 142, Beyrut/ty.)
Ha keza bunu deprem felaketinde kaybettiğimiz fertler için de söylemek mümkündür. Helak öyle bir hadisedir ki "masumlar bundan müstağnidir."
Biz, elbette ki başlarına gelen elim hadise sonucu hayatlarını kaybeden, evine ekmek götürmek için gün ışığı görmeksizin çalışan "işçi" kardeşlerimizin açısından ele alacağımızdan "kaza" kavramını kullanmayı uygun bulduk.
Yüce kitabımız Kur'an-ı Kerim'in bize söylediği üzere yaşanan helaklar sadece ve sadece açık manası ile "zulmedenlerin ve zulme sessiz kalanların" başına gelmiştir. Yine "Yüce Kitabımızın" bildirdiği üzere uyarıcılar ile açıkça uyarılmıştır.
Galiba işte bu noktadan itibaren "İslâmiyet"in muhteviyatı ve misyonları ile ilgili bir algı sorunları başlıyor. Somutlaştırabilmek adına teori yerine vakalar üzerinden ilerlemek okuyucular adına daha rahat bir eylem olacağı düşüncesi ile ilk olarak "Fil Vakası"nı ele alalım ve biraz olsun, dilimizin döndüğünce üzerine eğilelim.
"Ebrehe" isimli zalim bir hükümdar kendi başkentinde büyük ve görkemli bir kilise yaptırır ve burasının aynı "Kabe"nin gördüğü gibi bir ilgi görmesini ve insanları çekmesini diler. Ancak dilediği olmaz. Bunun üzerine "haris" duygulara bürünen hükümdar, önce Kabe'ye yapılacak ziyaretleri yasaklar. Bu hareket öfkeye neden olunca, bir ordu toparlar ve Kabe'yi yıkmak üzere harekete geçer. Hatta bu sırada Ebrehe "İki Cihan Başbuğu"nun (ona salat ve selam olsun) dedesi olan ve bir dönem Efendimiz'in de hamiliğini de yapan "Abdülmuttalip"i Ebrehe çok sever ve bir dileği olup olmadığnı sorar. Bunun üzerine Fahri Kainat'ın dedesi "Abdülmuttalip" develerinin geri ister. Ebrehe biraz şaşkın bir şekilde "Kabe'yi yıkmaya geldim, sen develerini istiyorsun" deyince, o mübarek insan "Ben develerimden sorumluyum, elbet Kabe'nin sorumlusu da ona sahip çıkacaktır." manasında tarihin önemli cevaplarından birini verir. Devamında "ebabil kuşları" Ebrehe'nin ordusunu "yenilmiş ekin yaprağı" misali yere serer.
Buraya kadar herhalde hepimizin bildiği bir Kur'an-ı Kerim kıssasından söz ettik. Şeytanın bacağının kırıldığı nokta ise işte tam burada cereyan ediyor.
Yezid ismi Arap Dünyası'nda halen varlığını devam ettirir. Hatta ünlü futbolcu Cezayir kökenli Zidane'in da isimlerinden biri Yezid'dir. Fakat, biz Türkler kültürel DNA'larımızın bir hassasiyet göstergesi olacak olsa ki bu ismi devam ettirmedik. Aynı Yezid elim bir hadise ile "Kabe"yi mancınıkla yıktırmıştır. Bu olaylar dizisi İslâm Tarihi içerisinde "İkinci Fitne" olarak da anılmaktadır. Kısacası, bu kez ebabil kuşları "gelmemiştir." Bu hadise "helak" hadiselerinin cereyan etmemesi, ya da birilerinin "kaza" kavramının bu helaklar ile ilişkilendirmesi çerçevesinde ele almayı deneyelim...
Tarih, metodoloji olarak "şöyle olsa ne olurdu, sonucu böyle olurdu" gibi önermelerini tamamen reddeder. Bu tür önermeler sadece "spekülasyon" sınıfına girmekle beraber herhangi bir bilimsel ya da ciddi bir yanı yoktur. Fakat "Tarih"in bir de felsefe yanı vardır ki bu ülkemiz tarihçileri tarafından nerede ise görmezden gelinen ve yok sayılan bir alandır. Tarih felsefesinin alanlarından biri de tarihi hadiselerin kronoloji ve senkron diğer tarih olayları da göz önüne alınarak yorumlanmasıdır. Anakronizm diğer anlamı ile geçmişi bugünün değerleri ile yargılamak büyük bir yöntem hatası, büyük bir yanlıştır. Sosyolojik manada bir ego-sentrik (ben merkezli) yargılamadır ki kahvehane sohbetinden öte bir değere şayan olduğundan söz etmek güçtür.
Öncelikle tarih, fizik ya da onun işlemsel boyutu olan matematiğe sığacak ve hapsolacak bir disiplin değildir. Bilim yerine disiplin kelimesini hasleten kullanıyoruz ki "bilim" tanımlamaları gereği tarih ilmi ile doğrudan veya dolaylı olarak ilişkisi diğer "ölçülebilir" parametrelere sahip uğraş alanlarından ayrılır. Fakat tarihi "esatir'ül evvelin" (eskilerin masalları) olmaktan çıkaran onun yorumlanmasıdır. Yine tarihin fizik alanlarla olan uzaklığı hasebiyle bir hadisenin birden fazla tüm şartlar aynı olacak şekilde gerçekleşmesi mümkün değildir. Bunların birbirine yaklaştırıldığında dahi çok farklı sonuçlar zuhur edebilir ki "kaos teoremi" en bilinen mottolarından biri olarak "Bir kelebeğin kanat çırpışı gibi küçük bir şey;tüm dünyanın yarısını dolaşacak bir tayfuna neden olabilir." Bu nedenle iki hadiseyi birbiri ile kıyaslamanın peşinen "yanlış ve hatalı" olduğunu bildirmek isterim. Lakin, böyle bir yazıyı yazma nedenimiz "İslâmiyetin muhteviyatı ve misyonu" ile alakalıdır. Bir nevi tarih felsefesi münasebetinde bir deneme olacak bu yazının "sağlık" değerlendirmesi okuyucuya aittir.
İki kere Kabe'nin yıkılma denenmiş, birinde ebabil kuşları (Bi iznillah) Ebrehe ordusunu durdurmuş fakat ikinci seferinde Yezid, bu tür bir fiiliyata kalkıştığında ebabil kuşları gelmemiş, yer yarılmamış, tufan çıkmamış, gökten taşlar yağmamıştır. Elbette ki İlahi Kudret'in muradına sözümüz olamaz. Ancak Maturidi itikadının bitmek tükenmek bilmeyen "hikmet" arayışı ile biz, konuya şu şekilde yaklaşıyoruz.
Malumunuz, İki Cihan Başbuğu'nun en önemli hasletlerinden biri "Hatem'ül Enbiya"; peygamberlerin sonuncusu olmasıdır. Peygamber Efendimiz (ona salat ve selam olsun) Rabbimizden ümmetini dilemiştir. Bunun ehemmiyeti aslında çok belirgin olmasına karşın, bunun idraki yahut yeniden farkına varılması için altını çize çize belirtiyorum. Allah'ın duası geri çevrilmeyeceği yegane kişi olan Efendimiz "aracısız ve perdesiz" bir şekilde ümmetini, yani bizi dilemiştir. Bunun sadece manevi bir boyutu olduğunu söylemenin nübüvvetin de artık sona erdiği gözetildiğinde eksik olacağını düşündük. Peygamber Efendimiz Rabbinden ümmetini dilemesinin en büyük nedenlerinden birisi "O'nun da bir gün maddi alemden irtihal edeceğinden" kendisinden sonra Allah'ın dinini hem yaşayacak hem de anlatacak olan bir topluluk olarak geride ümmetini bırakmasıdır.
Hadiseleri gerçekleri manipule etmeden bir bir ele alalım. Abdülmuttalip'in Ebrehe'den develerini talep ettiğinde bir "Muhammed Ümmeti"nden söz etmek mümkün değildir. Fakat ikinci hadisede ise doğrudan doğruya "Ümmetin" meselesidir. Yezid gibi neredeyse Anadolu'nun birçok yerinde sövmek maksatlı kullanılan bir isim, bir dönem ümmetin halifesi(!) olmuştur. Birçok İslâmiyet dışı hareket ve tavrı ile "ismi" yaşamaktadır. Uzun kısası odur ki "ebabil kuşları"nı ikamesi "Muhammed Ümmeti"nin ta kendisidir.
Zulme ve Kabe'nin yıkmaya kalkışanlara karşı "İslâmiyetin muhteviyatı ve misyonu" neticesinde yüklediği görevden vazife edinmesi gereken Müslümanların "ebabil kuşu" metaforu üzerine sanırım, derin mütalaalarda bulunmaları gerekli.
Ahmet Şafak'ın da söylediği gibi:
Biz ebabil kuşuyuz gülüm;
Gölgesini büyük sayan mağrur fillerin belalısıyız!..
Gölgesini büyük sayan mağrur fillerin belalısıyız!..
Önemli köşebaşı âlimlerin de Türk Milleti'ni işaret ettiği konusunda mutabık olduğu ayet* ile yazımızı bitirelim:
Ey o bütün iman edenler! İçinizden kim dininden dönerse duysun: Allah
onun yerine öyle bir kavm getirecek ki Allah onları sever, onlar Allahı
severler, mü'minlere karşı boyunları aşağıda, kâfirlere karşı başları
yukarıda, Allah yolunda mücahede ederler, dil uzatanın levminden
korkmazlar, işte o Allahın fazlıdır, onu dilediğine verir, ve Allah
vasi'dir, alîmdir
İçinizden kim dininden dönerse duysun!
İçinizden kim dininden dönerse!
Allahû Âlem (En doğrusunu Allah bilir.
* Maide Suresi 52. Ayet, Elmalılı Hamdi Yazır Meali
* Maide Suresi 52. Ayet, Elmalılı Hamdi Yazır Meali
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder