Ahmet T. Kuru tarafından kaleme alınan ve İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları tarafından basılan “Pasif ve Dışlayıcı Laiklik | ABD, Fransa ve Türkiye kitabına ilişkin bir değerlendirme denemesidir.
1.
Özet:
Yazar, çalışmasını
zaman zaman başka ülkelerden bilgi ve istatistikler sunmakla beraber
“uygulamalara” yönelik atıfları ile birlikte hasleten ABD, Fransa ve Türkiye[2]
ülkeleri üzerinden derin bir analiz süreci sonunda önemli bir çalışma meydana
getirmiş. Çalışmaya dair değerlendirmeler gerek kişisel izlenimler ve gerekse
belirtilen kaynaklarla kıyaslanarak ortaya konulmaya çalışılmıştır.
2.
Giriş:
Yazar, yorumlarını
“devr-i sabık” olarak adlandırdığı kavram çerçevesinde yaparak konuları
özellikle siyaset, hukuk ve diğer kamusal yaşam alanları açısından ele
almıştır. Kitabın giriş kısmında verilen temel tanımlamaların ardından her ülke
için bir kısım ayrılmış ve kısım bitimlerinin sonuç kısımlarında analizlere yer
verilmiştir.
Anahtar Kelimeler: devri sabık, pasif laiklik, dışlayıcı
laiklik, karşılaştırmalı laiklik
3.
Özet:
Kitap giriş kısmında
belirtildiği üzere yazarın ihtisas alanının işaret ettiği nisbette kendi
kelimeleri ile:
“Karşılaştırmalı siyaset analizini esas aldığı için kitabım dindarlığın
toplumsal ve bireysel boyutlarını konu alan sosyolojik çalışmalardan, laikliği
bir dünya görüşü olarak ele alan felsefi çalışmalardan, laikliği bir söylem ve
güç ilişkisi olarak ele alıp onun kritiğine yönelen çalışmalardan ve laikliği
gündelik bir yaşam pratiği olarak inceleyen antropolojik çalışmalardan
ayrılmaktadır.”[3]
Devamında ise kitabın esas inceleme alanı olarak şu cümlelerle kitabın
esaslarını ortaya koymuştur[4]:
1-
Eğitim alanı başta olmak üzere dine
yönelik güncel devlet politikaları
2-
İdeolojik mücadelelerin politikalara
verdiği biçim
Laik devlet nedir ile
başlayalım. Yazar kitabında laik devleti iki önemli özelliğinden bahsediyor[5]:
1-
Yasama ve yargı süreçleri kurumsal
olarak herhangi bir dini kontrol altında bulunmamaktadır.
2-
Resmi dinleri yoktur.
Dışlayıcı laiklik; dini
kamusal alandan bütünüyle çıkartmak ve onu özel alanla sınırlamak için devletin
dışlayıcı bir tutum takınmasıdır. Pasif laiklik ise dinin kamusal alanda
devletin göz yumarak bu hususta daha “pasif bir tutum takınmasıdır.[6]
Üç ülkede de laiklik “anayasal” güvence altındadır.[7] Üç
devletin laiklik tipinin birbirinden farklı kılan bağımlı değişkeni; üç laik devletin dinin kamusal görünürlüğü,
özellikle de okullardaki etkisi, hakkında takip ettikleri politikaların
farklılığıdır.[8]
Devr-i
sabık kitabın hemen hemen her kısmında geçen kitabın
“laiklik” kavramı eksenindeki odak noktası. Bahsi geçen üç ülke içinde
“laiklik” kapsamında gelişen hadiseler “devr-i sabık”a atıflarda bulunularak
açıklanmaya çalışılmış. Devr-i sabık kavramının net olarak şu veya bu şekilde
bir tanımlamasına gidilerek hatlarının tamamını belirtmek yerine, uygulamalar
aktarılırken yer yer kavramın özelliklerine atıflarda bulunarak, kitabın bütünü
boyunca farklı perspektiflerden yaklaşımlarda bulunulmaya çalışılmıştır. Buna
göre devr-i sabık ana hatlarıyla aşağıdaki gibi tanımlanabilir:
2- Devr-i sabık varlığı; Türkiye ve
Fransa’da cumhuriyetçi seçkinler arasında dinin kamusal rolüne karşı bir
eğilimin ortaya çıkmasına neden olmuştur.[10]
3-
Devr-i
sabık’ın ortaya çıkardığı en önemli olgu, pek çok ülkede ona muhalif olan
ruhban karşıtı hareketlerin gelişmesidir. Ruhban karşıtları, hâkim dini,
monarşinin ve onun yeniden kurulmasını isteyen destekçilerinin meşruiyet
kaynağı olarak görmektedirler. Dini muhafazakârlar ise hâkimiyetlerini korumak
istemeleri nedeniyle kendi dinlerinin devletten ayrışmasına karşı
çıkmaktadırlar. Özetle devr-i sabık ruhban karşıtları ile muhafazakârlar
arasındaki kutuplaşmanın temelini oluşturmaktadır.[11]
a.
Monarşi
b.
Hâkim
din
c.
İkisi
arasında bir ittifak
d.
Bunlara
karşı çıkarak başarıya ulaşan bir cumhuriyetçi hareket
5- Devr-i sabık’a sahip olmayan
ülkelerde pasif laikliğin egemenliği söz konusudur. Polonya, İrlanda, Almanya
vb.[13]
6- Devr-i sabık’ın varlığı üç ülke
içinde belirleyici olmuştur. (…) Cumhuriyetin kuruluşundan, laikliğin anayasal
prensip haline gelişine kadar geçen süre “kritik dönemler”dir. Bu dönemlerde
eski tip din-devlet rejimlerini yenisiyle değiştirdiği ve akabinde güçlü bir
ideolojik kurumsal miras bıraktığı kritik süreçlerdir. Kritik dönemler
genellikle hem aktörlerin, hem de çevre şartlarının sistematik bir değişime
yatkın olduğu zaman dilimleridir.[14]
Kitapta kendisinden yer
yer bahsedilen diğer bir kavram “tarih
sarkacı”dır. Buna göre; bir güç yükselirken diğeri düşmekte ve diğeri
düşmeye başladığında ötekinin yükselmeye başladığı bir tahterevalli metafordur.[15]
3.1. Amerikan Tipi Pasif Laiklik
Yazar, genel metodoloji
olarak eğer ülke açıkça bir din devleti değilse ülkeleri pasif laik ve
dışlayıcı laik olarak tasnif etmiştir. İlk olarak da aslında dile getirmese de
siyaseten Anglo-Sakson geleneğinden kopan Amerika Birleşik Devletleri’nin daha
çok “pasif laik” tutumlarını ele almıştır.
Amerikalı liberallere
göre onların laik temellere sahip olduğunun en önemli ispatlarından biri 1796
yılında Osmanlı İmparatorluğu’na bağlı Trablusgarp ile yaptıkları dostluk
anlaşmasıdır. Anlaşmanın 11. Maddesi şunları söylemektedir.
Amerika
Birleşik Devletleri yönetimi hiçbir biçimde Hıristiyanlık üzerine
kurulmadığından, dolayısıyla Müslüman kanunlarına karşı hiçbir zaman için
düşmanca bir tutum içerisinde olmadığından, ayrıca ABD ve bir Müslüman devlete
karşı hiçbir savaşa veya düşmanca davranışa girişmemiş olduğundan, iki ülke
arasındaki uyumun dini görüşlere dayalı hiçbir mazaret ile bozulmayacağını her
iki taraf da ilan etmiştir.[16]
Pasif laik
uygulamalarda tanımından da açıkça görülebileceği üzere kamusal alanda dinin
varlığına müsaade etmektedir. Buna din eksenli okullar, para birimleri üzerinde
“Tanrı”ya ilişkin ifadeler, mahkemelerde ve parlamento yeminleri için kutsal
kitap kullanılması gibi uygulamalar örnek verilebilir. Daha somut bir örnek ile
sabah devlet okullarında okunan metin aşağıdaki gibidir:
Amerika
Birleşik Devletleri bayrağına, adına dalgalandığı Cumhuriyet’e, bölünmez ve
Tanrı’nın himayesinde bir millete, herkes için özgürlük ve adalet duygusuyla
bağlı kalacağıma and içerim.[17]
Amişlerden
Scientologlara, Mormonlardan Yehova şahitlerine kadar oldukça çeşitli bir
yelpazede farklı inanış biçimlerinde mensup insanlar kamu düzeninin içinde
“Tanrı”nın varlığı ile birlikte düzenini devam ettirmektedir:
(…)2000
yılında George W. Bush en sevdiği düşünür filozofun “İsa” olduğunu ifade
etmiştir. (…) Al Gore zor durumlarda kendisine “bu durumda İsa olsa ne yapardı”
diye sorduğunu ifade etmiştir. (…) Joe Liebarman ise her fırsatta Musevi
olduğunu dile getirmiştir.[18]
Times dergisi tarafından yapılan bir ankete göre Obama, defaatle Hıristiyan
olduğunu ifade etmesine rağmen, ankete katılanların %24’ü tarafından Müslüman
olduğuna inanılmaktadır.[19]
ABD’nin kuruluşundan
itibaren birçok farklı milletten insanlara ev sahipliği yaparak onları
“Amerikanlaştırması” zaruri olarak farklı mezhepten birçok insana karşı
tolerans sahibi olmasını gerektirmiştir. Bu yüzden Museviler ve Hıristiyan
cemaatler için dini bir özgürlük alanı olmuştur. Fakat gelişen 11 Eylül
olayları sonrasında gelişen atmosferde yükselen İslamofobi’nin varlığı yasal mevzuatta
herhangi bir ayrım gözetilmemesine karşın Müslümanlara karşı “Churchill”in
ifadesi ile “İnsanlar eşittir ama bazıları daha eşittir” türünden negatif
manada daha bir eşit uygulamaya maruz bırakmaktadır.
Netice
itibariyle devr-i sabık’a reaksiyon neticesinde dışlayıcı laikliğin hâkim olduğu
Fransa ve Türkiye’den farklı olarak, ABD’de dinin kamusal görünürlüğüne
hoşgörülü bakan pasif laiklik egemen hale gelmiştir.[20]
3.2. Fransız Tipi Dışlayıcı Laiklik
Fransa “laiklik” uygulamaları
açısından dünyanın ilk ülkesidir. Yaşanan Fransız İhtilali sonrasında
“dechristianizasion” dönemi yaşamışlar ve tüm Fransız kralları Papa tarafından
takdis ve tazim edilirken bir farkla ünlü komutan Napolyon Bonaparte Papa’yı
ayağına getirtmiştir. Ayrıca bunu tasvir eden bir resmini yaptırmıştır. Bir
diğer yandan Fransa, “Saint Barthelemeo”
gibi kanlı bir mezhep katliamının gerçekleştiği bir ülkedir. Tüm bunlara laik Fransa Hıristiyan dünyasında
Katolikliğin önde gelen ülkelerindendir. Fransa Avrupa ülkeleri içerisinde
yüksek oranda bir dönem sömürdüğü Müslüman coğrafyalar nedeniyle ciddi sayıda
Müslüman’ın da ülkesidir. 1989 yılı itibari ile ortaya çıkan “başörtüsü” sorunu
mahkemelerde ve gazetelerde ciddi bir şekilde tartışılmıştır. Danıştay, 1992-1999 yılları arasında önüne
gelen davalardan 41’inde okuldan atılma kararlarını iptal etmiş, sekizinde ise
öğrencilerin protesto eylemi ile düzeni bozdukları gerekçesiyle atılma
kararlarını onaylamıştır.[21]
Fransa’da dışlayıcı
laikler; genellikle dini, bireysel vicdan
veya ev ile tanımlanabilecek olan, özel hayatla sınırlandırmak istemektedirler.
Onlara göre laikliğin her dönem düşmanları olmuştur, bu düşmanlar geçmişte
Katolik ruıhbanlığı ile köktendinci Katolikler, bugünse muhafazakâr Müslümanlardır.
Dolayısıyla dışlayıcı laiklere göre laiklik her zaman çatışmacı bir şekilde
savunulmalıdır.[22]
Pasif laiklik
savunucularından Jean-Paul Williame göre; “laikliğin
laikleştirilmesine ihtiyaç vardır” Buna göre; geleneksel laiklik kavramının dogmatik yönleri olduğuna işaret etmektedir.
Laiklik adeta dünyevi bir dine dönüşmüştür. Bundan dolayı Fransa’nın dinin
kamusal alana dönüşü karş
Genel görüntü itibariyle
Fransa geçmişindeki büyük mezhep kavgalarını geride bırakarak “laiklik”
meselesini daha çok sahip olduğu Müslüman nüfus üzerinden yürütmektedir.
Müslümanların yanında ise liberaller ve bazı sosyalist gruplar bu mücadeleyi
desteklemektedirler. Tüm bunların yanında Fransa Müslümanlarının bir entelektüel blok oluşturmamaktadır.[24]
.(…) İslami eğilimlere sahip gençler için cazibe merkezi olan düşünürlerin
başında “Tarık Ramazan” gelmektedir. Müslümanların hiçbir çelişki yaşamadan
bütünüyle Avrupa vatandaşlığını kabullenebilecekleri fikrinin günümüzde en göze
çarpan ismi olarak kabul edilmektedir.[25]
Tüm bu olanlar karşısında başörtüsü yasağının sokakta dahi uygulanmasını
gerektiğini savunan feminist hareket mevcuttur.[26]
Tüm söylencelerinin arkasında “Jakoben”
kelimesinin Fransız diline ait bir kelime olduğunu hatırlamak gerekir.
Laikliğin kökenlerine
inildiğinde Tocqueville’e göre İhtilal’in
Katolik karşıtı karakteri Kilise’nin “devr-i sabık” ile bağlantısından
kaynaklanmaktaydı: Hıristiyanlık bu şiddetli saldırılara bir din olmaktan çok
siyasi bir müessese olarak muhatap olmuştu. Kiliseden yeni kurulan dünyada ona
ayrılacak bir yer olmadığı için değil, yok olmakta olan eski düzenin en güçlü,
en ayrıcalıklı pozisyonunda olduğu için nefret ediliyordu.[27]
Fransa’da yaşanan çatışmaların temelindeki mesele ahlaka dair
konular, özellikle de toplumsal değerlerin kontrolüydü. Bu nedenle pasif ve
dışlayıcı laikler açısından tartışmalar
esas olarak eğitimin kontrolüne odaklanmıştır.[28]
3.3. Türk Tipi Laiklik
Ernst Gellner
Türkiye’de laikliğin kısır döngüsünü şu şekilde ifade etmiştir[29]:
Önce ordu hür seçimlerin yapılmasına müsaade
eder. Seçimleri Kemalist geleneğe ihanet edebilecek bir parti kazanır, bundan
dolayı ordu müdahale eder… Bir süre sonra ordu hükümeti sivillere iade eder ve
bu böyle sürüp gider.
Türkiye’de Fransa ile
benzer laiklik hikâyesi göze çarpsa da temelden büyük farklılıklar vardır.
İslam dininin bir ruhban sınıfının olmayışı ve “Mülk Allah’ındır” gibi temel prensipler nedeniyle bir yüksek
din sınıfından bahsedemeyiz. Yine de Osmanlı İmparatorluk Ordularının peş peşe
aldığı yenilgiler dolayısıyla başlattıkları Batılı tekniklere karşı ilgi ve
merak, sonraları bu ülkelere öğrenci gönderilmesi ile devam edecektir. Bu
öğrencilerin etkisi ile başlayacak olan hareketlerden Genç Osmanlılar, Jön
Türkler ve çok daha sonraları İttihat Terakki Cemiyetleri; imparatorluğa önce
“meşrutiyeti” sonraları ise “cumhuriyeti” getirecektir. Tabii büyük bir toprak
kaybı beraberinde olmak üzere…
Kitabın özellikle
Türkiye’deki Laiklik kısımlarının okurken Peyami Safa’nın “Türk İnkılabına
Bakışlar” adlı eserini anımsattı. Her iki metne göre de uyuştukları ve
ayrıştıkları noktalar gözetilerek “Türkiye Cumhuriyeti” laikliği Osmanlı
İmparatorluğu döneminde başlayan laikleşme sürecinin bir devamıdır.
Cumhuriyetin ilanı ile
birlikte başlayan süreçte 1928 yılına kadar Türkiye resmi din olarak “İslam”ı
anayasında barındırırken önce bu ifadeyi kaldırmış daha sonraki süreçte ise
1937 yılı itibari ile “Altıncı Ok” olarak anayasaya eklemlenmiştir.
Türkiye’de “laiklik”
tartışmalarının 80 sonrasındaki dönemde göbeğinde “Milli Görüş” ve onun devamı
hareketler olmuştur:
Türk siyasi hayatının
bir tezahürü olarak ülkemizde, cumhuriyet ile birlikte ilk kurulan parti
“Cumhuriyet Halk Partisi”dir. Çok partili hayata geçiş denemeleri cumhuriyetin
ilk yıllarında olsa bile kalıcı bir parti olmamış ve İkinci Dünya Savaşı
sonrası oluşan siyasi konjonktürde “çok partili hayata geçiş bir zorunluluk
olmuştur. Kurulan ilk parti Nuri Demirağ başkanlığındaki Milli Kalkınma Partisi
olmasına rağmen iktidar olmayı başarabilen ilk parti “Demokrat Parti” olmuştur.
İsmet İnönü’nün partisinin “ortanın solunda” tanımlaması ile birlikte “Demokrat
Parti” bir sağ gelenek başlangıcı sayılabilir. 61 darbesi ile kapatılmış,
yerine Adalet Partisi kurulmuştur. Sonrasında Necmettin Erbakan’ın İslami
ağırlıklı siyasi söylemleri ile birlikte Milli Görüş fikirleri etrafında sırası
ile Milli Nizam Partisi, Milli Selamet Partisi, Refah Partisi, Fazilet Partisi
ve en son olarak bu geleneklerden Adalet ve Kalkınma Partisi ile yeniden
Necmeddin Erbakan tarafından yine kendi fikirleri ekseninde Saadet Partisi vücuda
gelmiştir. 3 Kasım 2002 seçimlerinden bu yana ise “pasif laik” Ak Parti
iktidarı elinde bulundurmaktadır. Genel tablo ise şöyledir:
Dine yönelik kısıtlayıcı politikalar egemen
dışlayıcı laiklik ideolojisinin ve bu ideolojiyi savunarak demokrasi üzerinde vesayet
kuran ordu ve yargı ile onları destekleyen sayıca az ana etkili sivillerin
ürünüdür. Genellikle Türkiye’de dışlayıcı laikliği savunanlar Kemalistler,
onlara karşı koyanlar ise muhafazakâr ve liberaller olarak adlandırılmaktadır. Kemalistler
muhafazakârları laikliği benimsemekle ve gizli bir İslamcı ajandaya sahip
olmakla itham etmektedirler. Muhafazakârlar ise Kemalistlerin laik değil, din
karşıtı olduklarını öne sürmektedirler. Kemalistler ile muhafazakârlar
arasındaki mücadeleyi basit bir biçimde din karşıtlığı ve İslamcılık arasında
görmek doğru olmaz. Aksine her iki grup da laikliği savunmaktadır. Kemalistler
genelde dini, özelde ise İslam’ı kamusal alanda etkisizleştirerek bir vicdan
işine indirme anlamında dışlayıcı laikliğin devamını savunurken, muhafazakârlar
dinin kamusal rolüne imkan tanıyan pasif laikliği tercih etmektedir.
Bir
tarafta İslam karşısında baskıcı bir politika izleyen devlet, diğer yanda
okullarda mecburi din dersi vermekte ve dini okullar açmaktadır. Diyanet İşleri
Başkanlığı’na bağlı memurlar olarak imamlar devletten maaş almaktadır. (…)
Neden Türk Devleti dine yönelik çelişkili politikalar izlemektedir?
(…)
Birincisi; laiklik, dışlayıcı laiklik bir ideoloji olarak dini bir vicdan işi
kılmayı amaçlayan bir ütopyadır. Ama pratikte politikaları uygulayanlar ister
istemez kafalardaki bu ütopyadan sapmakta ve toplumun taleplerinin ve günlük
hayatın gerçeklerinin zorlamasıyla zaman zaman ideolojiden taviz vermek zorunda
kalmaktadır.
(…)
İkincisi; diyanet gibi kurumlar devletin İslamiyet üzerinde güçlü bir kontrol
kurabilmesine yardım etmişlerdir. (…) İslamiyet’in denetim altında tutma aracı
olması itibariyle dışlayıcı laikler için Diyanet vazgeçilmez bir kurumdur. (…)
Diyanet’in lağvedilmesine dair bir ifadenin parti programına konulması yasaktır
ve bu tarz bir teklif parti kapatma sebebidir.[30]
(..)
Öte yandan dışlayıcı laikler ideoloji ile İslami kurumlar arasındaki gerilimden
dolayı da, belirli periyotlarda dışlayıcı laikler devlet kontrolündeki Kuran
Kursları, İmam Hatipleri ve hatta Diyanet üzerine gitmekte ve etkilerini
sınırlandırmaktadır.[31]
Muhafazakâr laik
çatışmalarından en bariz örneklerinden biri 2006 yılında yaşanmıştır:
Dönemin Cumhurbaşkanı
Sezer “bireysel inanç ve ibadetlere bile
müdahale edilebileceğini” söylemişti. Erdoğan ve Arınç ise “din özgürlüğünün güvence altında olduğuna”
dikkat çekiyorlardı.[32]
Türkiye’de
laiklik konusunda yaşanan mücadelenin ideolojik olmayıp, ekonomik çıkarlar ile
ilgili olduğunu iddia edenler vardır. İdeoloji ile menfaat bu mücadeleyi
açıklamada birbirine zıt olmayıp, tamamlar mahiyettedir. Dışlayıcı ve pasif
laik ideolojilerin kimi aktörler tarafından maddi menfaat veya iktidar aracı
olarak kullanıldığı doğrudur. Fakat öte yandan aktörlerin kimliklerinin ve
çıkar algılarının şekillenmesinde ideolojilerin belirleyici rol oynadığı
unutulmamalıdır. Türkiye’de din ve laiklik konusunda yaşanan mücadeleyi sınıf
çatışması olarak ele alacak bir analiz bile, ideolojinin sınıfları tanımlayan
en önemli parametrelerden biri olduğunu göz ardı etmemelidir. Kemalist seçkinler, özellikle ordu ve yargıya
mensup olanlar arasında düşük gelirli veya kırsal kökenli ailelerden gelenler
çoktur. Öte yandan bugünkü muhafazakârlar içinde de ekonomik ve sosyal açıdan
seçkin sayılabilecek pek çok kişi vardır.[33]
Devr-i
sabık dar manadan Osmanlı padişahı ile ulemanın işbirliğine dayalı rejim, daha
geniş anlamada ise İslami müesseselere dayanan eski hayat tarzı ve düzen
anlamına geliyordu. (…) Osmanlı İmparatorluğu’nda iki açıdan teokrasi
görülemez. Osmanlı hukuk sisteminde yasamanın tek kaynağı İslam hukukunu
yorumlayan ulema olmayıp, sultanlar da siyasi gerekçelerde kanun
çıkarabilmekteydi. İkincisi Osmanlı uleması maaşları devlet tarafından ödenen
ve sultanın denetimine tabii memur konumundaydı.(..) Katolik kilisesi bir bir
kutsallık iddiasından ve ruhbanlık hiyerarşisinden değil; sahip oldukları dini
bilgi, siyasi otoritenin verdiği onay ve halkın kabullenmesinden alıyordu.[34]
(…)
Türkiye’de dışlayıcı laikliğinin tarihi temelinde, ABD’deki gibi farklı dinleri
idare etme çabası ya da Fransa’daki gibi kitlesel ruhban karşıtlığı yer almaz;
Türkiye tecrübesinde asıl etken Jön Türklerin, ardından da Kemalistlerin,
İslami müesseseleri Batılılaşmaya engel olarak görmüş olmalarıdır.[35]
Türkiye’de yaşanan
“laiklik” eksenli tartışmaların Müslüman Dünyası açısından önemi özetlemek
gerekirse; Türkiye hakkında bir diğer Müslüman bakışı olarak An-Na’im[36]
isimli kişinin görüşlerine yer verilmiş. Bunlardan birisine örnek vermek
gerekirse;
Müslüman
dünyanın her tarafında benzeri tartışmaların zenginleştirilmesinde önemli rol
oynayacaktır. Eğer Türkiye laik bir rejimin dini bir söyleme yer verebileceğini
ve her tür insan haklarına saygı gösterebileceğini ortaya koyabilirse bu “laik”
teriminin tüm Müslümanlar tarafından daha müspet algılanmasına neden olacaktır.
Aynı şekilde eğer Türkiye anayasal hakların herkes için geçerli olduğu, laik
bir devlette İslam’ın siyaset sahnesinde kendini ifade etmesine imkân tanırsa,
tüm dünyadaki laiklere İslam’ın siyasi tartışmalar da bir yeri olduğunu
göstermiş olacaktır.[37]
4.
Tenkit:
Burada yazarın üzerine
çokça yorumlarda bulunan ve olumlu yahut olumsuz önyargılara neden olabilecek
“irtica” gibi daha çok olumsuz manalarda kullanılagelen bir kavram ile bir
şekilde ilham kaynağı olarak düşündüğü kanısına vardığım, kendi kavramı “devr-i
sabık” üzerinden daha rahat bir analiz alanı teşkil etmeye çalıştığını
söyleyebiliriz. Ancak kavramı üzerindeki çok net sınırlar koyması kitap
içerisinde izahatta bulunmasına karşın bazı noktalarda kendisi ile
çatışmaktadır. Örneğin ABD örneğinde bir monarşiden söz edilemez. Fransız
örneğinde; tarihsel açıdan özellikle mezhepsel olaylara değinilmemesi ve
Türkiye’ye gelince “Gülen Hareketi” haricinde herhangi bir İslami hareketin
adının geçmemesi ve Türk Milliyetçilerinin “laiklik” bakış açılarını yer
verilmemesini eksiklik olarak gördüm.
Tarihsel bir bakış
açısı ile Macaristan’da Sovyet Devrimi’nin; 27 Mayıs, Prag Baharı’nın; 12 Mart
ve son olarak Afganistan işgalinin 12 Eylül arasında zamansal yakınlık açısında
tamamen bir bağlantısızlık olduğunu yaşanan 3’te 3 oranı şans eseri olduğunu
söyleyemeyiz. Bir siyaset bilimcinin konu “laiklik” de olsa daha “şumullu” bir
bakış açısı ile birden fazla değişken ve parametre ile birlikte kullanarak ve
uluslararası siyaset göz önünde tutularak analiz yapması kitabın bütüncül
manada bir bakış açısı getirebilmesini sağlayabilirdi.
Üç ülke analizlerinde
önce güncel, sonra tarihsel süreçlere yer verilmesi Christopher Nolan’ın
çektiği “Memonto” filmini izlemek gibi intiba oluşturdu. Önce hadiseleri, daha
sonra dayanakları olaylar ele alınmış.
Siyasi analizler
esnasında oldukça aceleci ise 40 sayfa kadar kaynak kullanmış bir kitap için
davranılmış, örneklemek gerekirse:
(..)2002
seçimlerinde Saadet Partisi AB karşıtı eski İslamcı söylemlerine dönerek %2 oy
aldı, AK parti ise Türkiye’nin AB üyeliğini savunarak %34’lük oya ulaşmıştı.
Bu tahlili makul bulmak
oldukça güçtür. Çünkü AB denilince ülkemizde yaygın bir şekilde ilk akla gelen
“Schengen” olduğunu ve diğer AB uygulamaları hakkında hemen hemen bilgi sahibi
olunmadığını, hatta AB’ye üye olmanın AB parlamentosunda alınan kararların
“TBMM”de alınabilecek herhangi bir kararın da önünde olacağı konusunda fikir
sahibi değildir. AB bu nedenle Türk insanına artı ve eksi yönleri ile doğru
anlatılmamıştır. AB’nin Roma Anlaşması ile temellerinin atıldığı günden bu yana
Türkiye AB’yi tartışır ve bu bir artık uzun hikâyedir. Yazar, Türkiye’nin ağır
bir çevre felaketinden çıkmış insanlarımızın üzerinden çok geçmeden yaşadıkları
ekonomik sarsıntı ile bir güven arayışı içerisinde İstanbul Büyükşehir Belediye
Başkanlığı yaptığı dönem sayesinde ülke çapında şöhrete kavuşan ve okuduğu bir
şiir gerekçe gösterilerek hapis yatan şimdilerin Cumhurbaşkanı’nın iktidara
gelişini “AB üyeliği” ile izah etmekte çok az bir haklılık payına sahiptir.
Kitabın
örneklemelerinde Batılılaşma, modernleşme ile eş anlamlı olarak kullanılmış. Bu
tür bir kullanımın günümüz dünyasında hala geçerliliği koruduğunu
düşünmüyorum. 28 Şubat’ın ortaya koyduğu
“katsayı” ile sadece İmam Hatiplerin
değil; bu liselerden çok daha fazla öğrencisi olan Mesleki ve Teknik Lise
talebelerinin bulunduğunu ve dolayısıyla mağdur edildiğini ve bu liselerin
siyaseten ya da laiklik ekseninde neden “tehdit” olarak algılandığı ile alakalı
bir analize ise tanıklık edemedim. Yazar, genel itibari ile Milli Görüş ve
türevleri ile Asker – Yargı – Bürokrat kavgasını aktarmış. Şahsen bu yanı
Türkiye’yi anlatabilmek açısından doyurucu bulmadım. Fransa ve ABD analizleri
hususlarında fikir edinmemi ve portrenin canlanmasını sağladığını söylemek
doğru olacaktır.
Laiklik konusunda
özellikle istatistiki verilerini çok ilginç olduğunu ve laiklik çalışan ya da
konuya ilgi duyan herkese yol gösterici bir kaynak kitap olduğunu söylemezsek,
haksızlık ederiz.
[1] Yapılan doğrudan
alıntıların tamamı italik yazı fontu ile belirgin hale getirilmiştir.
Kitap ISBN:
978-605-339-221-9, 1. Baskı, Eylül 2011
[2] İlerleyen satırlarda bahsi geçen ülkeler “üç ülke”
olarak tabir edilecektir.
[3] a.g.e. s.6
[4] A.g.e. s.7
[5] A.g.e. s.10
[6] A.g.e. s.14
[7] A.g.e. s.15-16
[9] A.g.e. s.7
[10] A.g.e. s.17
[11] A.g.e. s.26
[12] A.g.e. s.28
[13] A.g.e. s.29
[14] A.g.e. s.30
[15] A.g.e. s.158-159
[16] A.g.e. s.80
[17] A.g.e. s.47
[18] A.g.e. s.62
[19] A.g.e. s.74
[20] A.g.e. s.102
[21] A.g.e. s.108
[22] A.g.e. s.119
[23] A.g.e. s.121
[26] A.g.e. s.130
[27] A.g.e. s.142
[28] A.g.e. s.161
[29] A.g.e. s.230
[30] A.g.e. s.170
[31] A.g.e. s.171
[32] A.g.e. s.171
[34] A.g.e. s.201-202
[36] Abdullahi Ahmed
An-Na’im
[37] A.g.e. s.38
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder