3 Şubat 2016 Çarşamba

Ne Olacak Bu Memleketin Hali?

Not: Yazı 2023 dergisi 2016 Ocak sayısında iktibas edilmiştir.

Quis custodiet ipsos custodes[1]?

Bu yazı Durmuş Hocaoğlu tarafından kaleme alınan makalelerin kendi tarafından toplanmış olduğu ve hayatta iken iktibas ettirdiği kitabı "Düşük Şiddetli Devrim, Bir Entelicansiya kritiği kitabına dair çok kısa bir öz ve genişletilmiş tanıtım yazısıdır. Öncesinde kısa bir fasıla halinde kendisinden söz etmemek de eksik kalır.

Yazının eksik ve kusurlu bir yanları yazıyı O’nun kaleminden okumamanızdan ileri gelmektedir.

Hocaoğlu'nu kaybettiğimizin üzerinden tam 5 sene geçti. Aradan bunca yıl geçmesine rağmen bu dergide daha önce yayınlanmış olan "2023 Senesinde Türkiye Mevcut Olmayabilir"[2] isimli yazısı halen beni en çok etkileyen, ara ara dönüp dönüp tekrar üzerinden geçtiğim röportajlarından; belki de Türkiye'de yapılan son yılların en önemli makalelerinden biridir. Hocaoğlu, Türk Entelijansiyası'nı şiddetli, hararetli ve bir o kadar da sert bir biçimde ihtar ediyordu. Rahmetli Hoca uzunca bir müddet yazarlığını yapmış olduğu gazeteden "küstürülerek" ayrılmak durumunda bırakılmasının ardından Türk okuyucusu ile her ne kadar arasına görünmez çitler çekilmiş olsa bile O'nu tanıyanlar biliyorlardı ki kendisine yazılan her e-posta Rahmetli Hocaoğlu vakit bulur bulmaz, yanıtlanacak; haricinde fırsat bulunduğunda web sitesinden önemli notlar yazılacaktır. Öyle kimseler vardır ki herkesçe okunur ve takip edilebilir, fakat Gazzali tabiriyle ve Rahmetli Hocaoğlu’nun da kitabında –asla kendisini kastetmeyerek, şahsımın yakıştırmasıyla- bahsettiği "Havass'ül Havass" konumdadır ki gündem belirler ve bunu herhangi bir zaman kıstasına takılmaksızın tam ifadesi ile “teemmül” şeklinde sunar. Tâbir yerinde ise bize ötelerden seslenir ki Rahmetli Hocaoğlu'nun son dönem kaleme alacağını son yazısında beyan ettiği üzere "Geleceğin Tarihine Yazılmamış Mektuplar[3]" niteliğindedir. Hocaların Hocası olmak için TV ekranlarında boy göstermenin, kitapların yüzbinler satılmasının ya da kitapların kelli felli kapaklarla güçlü yayın evlerince yayınlanmasının gerekmediğinin en iyi örneği Rahmetli Hocaoğlu'dur. Öyle ki Rahmetli Hocaoğlu kolaylıkla elde edebileceği akademik unvanlara bile tenezzül etmeyerek; gerek yazıları ve gerekse hitabetleri ile Türk Milleti'ne seslenmeyi yeğlemiştir.

Rahmetli Hocaoğlu'nun ötelerden seslenen makaleleri web sitesinde açık bir şekilde yayınlanmış olmasına rağmen derli toplu bir şekilde yeniden yayınlanması sevenlerinin ve takipçilerin kendisine bir vefa borcudur. Çok şükür ki O'nun ömrü boyunca düzenli olarak Marmara Üniversitesi'nde vermiş olduğu derslerin dışında talebeleri ile buluştuğu "Kültür Ocağı Vakfı[4]" geç de olsa baskıları biten ve okuyucuların ve konunun uzmanlarınca erişilmekte zorlanılan kitapları yayınlanmaya başladı. Yaklaşık bir sene önce kadar yeniden yayınlanan "Laisizmden Milli Sekülerizme[5]" kitabını, bu sene "Düşük Şiddetli Devrim, Bir Entelijansiya Kritiği[6]" takip etti. Bu konuda bir süre önce Kültür Ocağı Vakfı'nın yönlendirmesi ile bir tanıtım yazısı[7] yazdım ve değişik platformlarda yayınlandı. Rahmetli Hocaoğlu'nun kıymetli takipçilerinden "İkbal Vurucu" Hoca'nın sayesinde okumuş olduğunuz satırları bu dergide yayınlanmaktadır.

Düşük Şiddetli Devrim kitabı bir “ayna” niteliğindedir. Karlofça ile başlayan, Baltalimanı gibi diğer felaketlerde devam edegelen Türk Milleti özelinde başlayan "Hilalin bulutlanması ve önünün karartılması" süreci şüphesiz ki birçok sarsılma süreci geçirdi. Göktürk İmparatorluğu'ndan bu yana kesintisiz bir şekilde farklı coğrafyalarda devam edegelen devletimiz Tanzimat ile başlayan süreçte büyük sınavlara maruz kaldı, belki de o günden sonra süren siyasi çalkantılar hiç ara vermedi. Tanzimat'ın devamında meşrutiyet ile tanıştık, nefes alamadan 93 Harbi geldi. Toparlanamadan Balkan Savaşları ve Türk Milleti'nin "Birinci Dünya Savaşı" ile yüz yüze kaldı. Ne var ki Türk Milleti Rahmetli Hoca'nın Carlyle'dan[8] referansla "kahraman" tarifi ile bütünleşen "Gazi Mustafa Kemal" liderliğinde bir nefes aldık ki Rahmetli Hocaoğlu'nun mücevherâne değeri burada kendisini ortaya koyar.

Son zamanlarda art niyetli olduklarını çok da gizlemeyen dillere pelesenk olmuş "devlet ile hesaplaşmak", "tarihle yüzleşmek" deyimlerine dair en güzel örneği, akademik yöntemler dejenere edilmeden ve "kılıcın hakkı verilmek suretiyle[9]” çerçevesinde Hocaoğlu dilinden geniş bir perspektifte ve multi-disipliner bir biçimde kendi dilinden şu şekilde aktarılıyor[10]:

Türk İnkılapçıları da tarihin bir ürünüdürler; tarihten gelmiştirler, hataları ve sevapları ile tarihe mal olmuşlardır. Yaptıkları her şeyin tenkidinin yapılması icap  eder ve de yapılacaktır. (...) Ancak, bir şeyin çok önemli olduğuna kaniiyim. (...) Bir şeyden şüphe edemeyiz: VATANSEVERLİKLERİNDEN. Şunu sezgisel olarak ileri sürmekteyim, diğer tabirle inanmaktayım ki onlar; az ya da çok, doğru yanlış ne yapmışlarsa bu memlekete faydalı olacağına inandıkları için yapılmışlardır.

Cumhuriyetle beraber hepimiz biliyoruz ki devletimiz öncülüğünde sıkı bir değişim sürecine girdik. Daha da öncesinde başlayan Türk Münevverleri arasında ayrışma haliyle tüm Türkiye'yi ve Türk Milleti'ni tesir altına almıştır. Bu etki ile siyasi partiler kurulmuş, kimi zaman kapatılmış, darbeler, anayasa değişiklikleri birbirini kovalamıştır. Uluslararası politikaların çatışma alanı ve Hocaoğlu deyimiyle "Büyük güçlerin son maçına çıktığı coğrafya" olan Anadolu toprakları artık içinde çağın yazılı olmayan savaş kuralları gereği düşmanın topu tüfeği ile gelmeden Roma’da halkın gladyatörleri dövüştürmesi misali ve tam tersi –vendettor[11]- bir şekilde; sayısı azınlıkta görünmez gladyatörün haklı dövüştürmesi misali milletin kesimini kendi hür iradesiyle hareket ettiğini zannettirerek, yine milletin kendisine karşı kullanması binlerce güzide önce üniversite kampüslerinde, sonraları Mehmetçik kamuflajı altında şehit edilmesine neden olmuştur. Günümüze gelecek olduğumuzda realite olarak, diğer hiçbir ülke ile benzer olmayan bir şekilde kendi entelijansiyalarını oluşturmuştur[12].

Bunlar; Hocaoğlu perspektifinde Liberaller, Milliyetçiler ve İslamcılar olarak tanımlanmıştır. Ülkemizin inanç ve etnik esaslı olan çatışma alanları yine kitabın içerisinde ayrıntılı bir biçimde ele alınmış, kendisinin mühendis tarafının vermiş olduğu hassasiyet ve çözüme yönelik kitabında sayfa sayısının müsaade ettiği nispette “felsefe” penceresinden ufuklar açmıştır.

Türk entelijansiyası kendisini muhafazakar olarak tanımlasın, ister liberal genel bir obsesyon haline gelmiş şekilde örneklerimizi ya Birleşik Devletler’den ya da Avrupa’dan verdiği muhakkaktır. Muhafazakârlarımız “teknoloji”yi alıp ahlaktan ve değerlerden vazgeçmemekten söz ederken, Liberallerimiz kendi referansların özgürlüklerinden ve ekonomik refahlarından bahsederler. Fakat tüm bu kesimlerimiz, teknolojinin kendi ahlakını oluşturduğunu, fikri hürriyet denilenlerin sınırının nerede başlayıp bittiğini ve iktisadi refahın ise ülke şartlarında –kaynaklar olmadan ya da sömürmeksizin- oluşacağına dair derûni modelleri ortaya koymakta güçlük çekmektedir. Hatta hemen hemen hiç karşılaşılmaktadır. Lakin bu obsesyon, biraz da gizlenmiş narsisizm; kendini jakobenizm, kameralizm ve elitizm gibi değişik biçimlerde inkişaf ettirir. Sağ’dan da Sol’dan da olsa “millete rağmen millet” gibi garip bir türkü tutturur. Fakat her taraf için sağaltılamayan bir kimlik söz konusudur: Kurtarıcılık[13]

Etrafımıza şöyle bir bakalım; ne kadar bol miktarda “kurtarıcı” ile karşılaşırız; (…) Bıyıkları yeni terlemiş gencin, elinde pankart bağıra çağıra “halkını kurtarmaktan” söz ediyor olması. Bu ne fedakârlıktır(!), ey Ulu Rabbim! Acaba diyorum, yoksa bir toplum olarak bilhassa “kurtarılmaktan” hoşlanıyor muyuz?

Ortak değerlere dayandırılmış bir çoğulculuk; bir sinerji formunda entellektüeller tarafından inşa edilmedikçe bu devam edeceğe benziyor ki kitapta ayrıntıları mütefferrik çözümlerden sadece birisidir.

Yine Hocaoğlu sosyolojik perspektiften Türkiye’nin Soğuk Savaş Dönemi’ne girilmesi ile birlikte belli başlı sosyal zorlamalarla maruz kaldığı ve özendirilen “köyden kente hızlı göç” beraberinde yeni sorunları da getirdiğinin analizleri yapılmıştır. Köylülerin kentlileşmesi yerine, elimizdeki sonuç kentlerimizin de köylüleştirilmesi ve köylü değerlerini şehirde yaşatmaya çalışması gibi bir sonuç doğurmuştur. Sosyal gerçeklerimizin ve uygulanan politikaların neticesinde Türk Milleti içerisinde belli başlı çatışma noktaları oluşmuş yahut varlıklarını şeddelendirmiştir. Soğuk Savaş’ın bitimi ise yeni bir atmosfer yaratırken, yanı başımızda gelişen iki komşumuzun savaşı ve Körfez Savaşları sonrası okyanus ötesinden yeni bir komşumuz bulutlu olan havayı, fırtınalı hale getirmiştir. Şimdilerde ise boşaltılan ülke(!?) dolayısıyla yaşanan büyük göç dalgasının ne gibi etkiler oluşturacağını görmek için ise yıllara ihtiyacımız olacak.

Her ne kadar kırılma noktası olarak II. Viyana Muharebesi’ni görüyor olsak bile onun öncesinde başlayan “kendimizi büyük görme” süreci ilk olarak harp alanlarından kendini gösteren yenilgiler dizisi ile son bulmuş, zaman içerisinde ise takdir ve derken hayranlık derecesine çıkmıştır. Diğer bir yandan bir zamanların fenni ilimlerin topraklarından fışkırdığı kimseler olarak “dünya işlerinde cahil olunuz” sözünü birbirimize telkin ettik. Ülkemizde “çok partili hayata geçiş” ile birlikte baş gösteren siyasi yönelimler, belki de biraz “ortanın solu” ifadesinin de tesirinde kendini “Avrupaî” değerler üzerinden tarif etmek gibi bir yola başvurmuştur. Sağ ve Sol. Zaman içerisinde bu sanıyorum ki bir alışkanlık haline gelmiş olacak ki; binlerce yıllık kadim isimlendirmeler yerini Ortadoğu[14] gibi eçiş bücüş –Hangi merkezin doğusu? Hangi doğunun ortası?- ifadelere bırakmıştır.

Daha çok Rahmetli Hocaoğlu’nun “Laisizmden Milli Sekülerizme” kitabında başvurulan ve Fizik’ten ilham edinen “Kombine Domenler ve Potansiyel Teorisi” gereği kendine ait bir potansiyel koyamayan milletler, düşünceler ya da ideolojiler diğer etkilerin tesiri altına girerler.

Çünkü artık ümmet babasını yitirmiştir. Hocaoğlu bu durumu şu ifadeleri ile özetliyor[15]:

Müslümanların Babası (evlatlarının da katkı ve yardımlarıyla) çoktan öldü; artık, İslam Dünyası - tam ve kamil manada böyle bir dünyanın mevcut olup-olmadığı da çok tartışmalı olmakla beraber sadece umumi bir teamüle riayet ederek bu terimi kullanıyorum - seksen seneden beridir adeta yetim bir çocuk: İçine düşmüş olduğu büyükçe bir çukurun içinde debelenip duruyor ve albenili şık ambalajlar içerisinde sunulan ve yerli işbirlikçilerin desteğiyle pazarlanan Yeni Kolonyalizm'in açık hedefi halinde bulunuyor.


Birinci Dünya Savaşı’na girme –yahut kimilerine göre sokulma(?)- nedenlerimiz tartışıladursun, acaba Osmanlı’nın paylaşımı gibi bir durum ortada olmasa bu savaş çıkar mıydı sorusu belki de “tarih felsefesi” adına daha doğru bir soru olabilir. Fakat olan oldu, yiten yitti. İlgili makale serisine ait son soruda[16] okuyucuya yönlendirilen sorunun cevaplarını da kitabın satır aralarında okuyucunun kendi gözleri ile mesh etmesinde yarar görsek de Hocaoğlu’nun sorusuna Hocaoğlu’nun bir diğer makalesinden kısa bir girizgâh etmeden geri durmayalım[17]:

Bir yetimin var olma mücadelesi de elbette ki “kendisi” ile başlayacaktır. Ancak kendini tanımak ile başlayacağını “Kutlu Nebi”(s.a.v.) haber eylemiş. Bu nedenle durumdan rahatsız olan her kesim, kurtarıcılığa girişmeden önce mutlaka bir kez içerisine tüm sözde kurtarmak istediği milleti alan “ayna”ya bakmak durumundadır.
Yakıştırma da olsa Hocaoğlu’nun kitabında da muhteviyatlı bir şekilde Türk Sağı ve Türk Solu üzerindeki “felsefi zâfiyetler” üzerinde durmasının, bir nedeni de bu olduğunu tahmin ediyorum.

Türkiye’de ne sağ ne de sol kendilerini referans ettikleri Avrupaî süreçlerden geçmemiştir. Kaldı ki bu tarifi yapanların hatta böbürlenenlerin birçoğu Avrupaî süreçlerin gelişiminden ve ilerlemesinden bi-haberdir. Düşünce ve düşünme metodlarından uzak duran garip geleneklerin oluş(turul)ması yahut bu konudaki net ifadelerin ülkenin Sağ siyasetinde hakim durumda olması, ülkenin Sol kesim siyasetinde ise ülkenin gerçekleri ve üzerinden durduğu temel manevi değerleri bir nevi lümpen ve ithal fikirler ile takas etme sevdası tabloyu bu hale getirmektedir. Hocaoğlu bu durumu kitabın yayınlandığı tarihlerde henüz yayınlanmamış olan “Bir Ülkenin ve Milletin Çapı, Halk'ın Değil, Elitler'in Çapıdır”[18] makalesinde şu sözler ile ifade ediyor.

Meselâ, XIX. asırda Avrupa'ya giden ve ömürlerinin büyükçe bir kısmını, Sosyalizm, Anarşizm, Pozitivizm ve benzeri fikir akımlarının en kesif bir sûrette tartışıldığı Paris – Cemil Meriç'in tanımıyla "nûrun kaynağı Paris" - gibi Avrupa'nın kültür merkezinde geçiren, memleketinde adam beğenmeyen, iri-iri iddialı "münevver"(!?) gençlerimizden geriye, bu akımların birinci el kaynaklarına inerek yazılmış kaç adet ciddî eser kalmıştır; gören var mı? "Münevver"inin çapı bu; hem de "asrî" münevverinin. Siyâsî elitlerin çapını da, İstanbul Rasathânesi'nin mâruz bırakıldığı zulüm ile bir önceki yazıda bahse konu ettiğim Encümen-i Dâniş projesinin kundağında boğuluşunda gördük; "elitler"(!?) böyle olunca, geriye ne kalıyor?

Bunun tam aksi yöndeki tarifini ise Schempeter’e de atıf yaparak şu şekilde anlatıyor[19]:

1) Entelektüel, zamanının irfanına sahip olacak­tır. Ülkesinin dilini, edebiyatını, tarihini bilecek, dünyadaki bellibaşlı düşünce akımlarına yabancı olma­yacaktır. 
2) Peşin hükümlere iltifat etmeyecek, olayları kendi kafasıyla inceleyip değerlendirecektir. 
Başlıca vasıfları dürüst, uyanık ve cesur olmak­tır. Yani bir bilgi hamalı değildir entelektüel. Haki­kat uğrunda her savaşı göze alan bağımsız bir mü­cahittir.

Entellektüele en büyük uyarısı ise tam bir manifesto niteliğindeki yazısında şu şekilde aktarılıyor[20]:

Entellektüel, bir cemiyetin düşünen beyni ve kanayan vicdanıdır. Düşünen beynidir ve bu sebeple de, Kant'ın büyük bir isabetle belirtmiş olduğu gibi - ki O, henüz "entellektüel" ve "bilim adamı" kelimelerinin icad edilmediği ve bu sebeple her iki manayı da tazammun eden çağında "filozof" terimini kullanır - siyasete girmemelidir; çünkü, der Kant, "iktidarın gücü, aklın muhakeme kabiliyetini ifsad eder". Yani filozof da siyasete girince, her siyasetçi gibi, siyasetin mülevves çamuruna bulaşır ve "gerçeği" söyleme kabiliyetini kaybeder. Halbuki, entellektüel, yine Kant'a göre, "gerçeğe ihanet edemeyen kişi"dir; halbuki siyaset umumiyetle gerçeğin kaatili ve hainidir. Ve yine bu sebeple, entellektüel, ancak siyasette müşavir, yani danışman, hakkın ve hakikatin yolunu gösteren ve fikirlerinin kaale alınmadığını görünce de tereddüt etmeden siyasetçiyi terkeden şaşmaz prensip sahibi er kişi olabilir; daha fazlası değil. Keza entellektüel vicdandır ve vicdan olduğu için de fiziki gücü yoktur, fiziki güç siyasettedir, ancak onun da vicdanı yoktur; binaenaleyh, entellektüel ancak manevi baskı gücüne sahiptir ve onu kullanmalıdır, bu onun için bir tercih mes'elesi değil, mecburi tek istikamettir. Ancak, bu da vicdanı olan bir cemiyette bir iş yapabilir.
Halk siyasileri yetiştirir. Halkı siyasiler idare eder. Peki siyasileri kim idare eder? Fazıl bir topluluk içerisinde şüphesiz ki entellektüeller.

Bilgi çağında bir bağımsızlık savaşı verilirse; muhakkak bu savaşın generalleri entellektüeller, en dehşetengiz silahlar ise onların dilinden dökülen sözler olacaktır…

Genişletilmiş tanıtımı yine Hocaoğlu’ndan bir alıntı ile tamamlayalım[21]:

Ben senin içindeki 'sen'im, senin vicdânınım, boğmağa çalıştığın vicdânın; hani o, derslerde anlattığın, Allah'ın, her kuluna, doğuştan verdiği, doğru ile yanlışı ayırdeden, mıknatısın dâimâ magnetik kuzeyi göstermesi gibi sana hep hakkı ve hakîkati gösteren vicdânın. Öteki ses İblis'den geliyor, O'nu değil beni dinle, dinle ki bak ne diyorum: Hani, "burası benim evim", diyordun, hani
"ve bu da demek oluyor ki burada olup biten herşey beni mutlaka alâkadar eder" diyordun, işte o ses de benimdi, boğmağa çalıştığın vicdânının yâni. Peki, ne oldu şimdi böyle? Sen aslında savaş alanını terkediyorsun, düpedüz kaçıyorsun ve bu da kaçışını meşrûlaştırmağa çalışmaktan başkası değil!

Kaçma, geriye dön ve dövüş, evini terketme; ellerinle dövüş, kaleminle dövüş, eline ne geçerse onunla dövüş, tek nefer kalsan da dövüş, kaçma.

Allahû Âlem(En doğrusunu Allah bilir.)

O. B. Çelebi
12.01.2016 01:26
Kartal - İstanbul

[1] “Koruyucuları kim koruyacak” manasına gelen Latince deyiş
[2] http://www.durmushocaoglu.com/dh/yazi.asp?yid=5560536
[3] http://www.durmushocaoglu.com/dh/yazi.asp?yid=5579142
[4] http://www.kocav.org.tr/
[5] http://www.kitapyurdu.com/kitap/laisizmden-milli-sekulerizme/342528.html&manufacturer_id=21770
[6] http://www.kitapyurdu.com/kitap/dusk-siddetli-devrim-amp-bir-entelijansiya-kritigi/382475.html&manufacturer_id=21770
[7] http://www.uskudarcevresi.com/2016/01/AynayiTuttumYuzume.html
[8] http://www.durmushocaoglu.com/dh/yazi.asp?yid=5560536
[10] Durmuş Hocaoğlu – Düşük Şiddetli Devrim, Bir Entelijansiya Kritiği, KOCAV yayınları s.33
[11] http://www.durmushocaoglu.com/dh/yazi.asp?yid=5316000
[12] Durmuş Hocaoğlu – Düşük Şiddetli Devrim, Bir Entelijansiya Kritiği, KOCAV yayınları s.77
[13] Durmuş Hocaoğlu – Düşük Şiddetli Devrim, Bir Entelijansiya Kritiği, KOCAV yayınları s.233
[14] Alfred Thayer Mahan coğrafya isimlerdiği, Gertrude Bell’in haritaları çizdiği coğrafya.
[15] http://www.durmushocaoglu.com/dh/yazi.asp?yid=4045476
[16] http://www.durmushocaoglu.com/dh/yazi.asp?yid=4300644
[17] http://www.kirmizilar.com/tr/konuk-yazarlar2/424-türk-milliyetçiliği.html, Yazının orijinal iktibası zannediyorum http://www.durmushocaoglu.com adresinden kalkmış yahut kaldırılmış.
[18] http://www.durmushocaoglu.com/dh/yazi.asp?yid=5419662
[19] http://www.durmushocaoglu.com/data/yazipdf/DHocaoglu_675_Aydin_Uzerine_Bir_Potpuri.pdf?rnd=924317836
[20] http://www.durmushocaoglu.com/dh/yazi.asp?yid=3779676
[21] http://www.durmushocaoglu.com/dh/yazi.asp?yid=5555220

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder