26 Ağustos 2014 Salı

Tarihi Türk Ocağı Binasında İran ve İlk Opera "Özsoy Operası"


İnkılap Tarihi dersi konularından Sadabat Paktı malumunuzdur. Türkiye, İran, Irak ve Afganistan’ın oluşturduğu paktın temeli 1934 Haziran’ında İran Şahı Rıza Pehlevi’nin Türkiye ziyaretinde atılır[1]. Türkiye ve İran arasında kısa bir süre öncesine kadar gergin olan ilişkilerin yumuşamasının sembolü bu gezidir. Atatürk ve Rıza Pehlevi’nin yan yana sohbet ettikleri görüntüler ziyaretten günümüze ulaşan vesikalar arasındadır. Ziyaretteki bir anekdot ise tarihi Türk Ocağı binasında geçmektedir. Türk Ocakları’nın ziyaret sırasında kapalı olduğunu biliyoruz ve Türk Ocakları ile ilgisini hemen göremeyebilirsiniz. Ancak günümüzde İran ilişkileri ile İran’daki Türk varlığı hakkında çalışmalar yapılıyorken bu kısa anekdot tarihimizdeki bir başka ilke açılıyor.

Ziyaret öncesinde Atatürk, Şah Rıza Pehlevi onuruna bir opera sahnelenmesini isteyerek operanın konusunu da bizzat belirler.[2] Atatürk, Türk İran kardeşliğini işleyen bir öykü düşünmektedir. İran tarihindeki Türklüğe de gönderme yapacak eser için Münir Hayri Egeli’ye fikrini açar ve yazmasını ister. Adını da yine bizzat Atatürk koyar. Eserin adı Özsoy Operası olacaktır. Müzikler için İstiklal Marşı bestekarı Zeki Üngör’ün emekli olmasından sonra senfoni orkestrası şefi olan Adnan Saygun görevlendirilir. Derhal metinler yazılmaya başlanır. Eser üç perde on iki tablodan teşkildir. İlk Türk operasının yönetmenliğini de Egeli üstlenir. Koro, Musiki Muallim Mektebi öğrencilerinden oluşturulur. Koronun yönetmenliğine Gazi Eğitim Enstitüsü müzik öğretmenleri görevlendirilir. Bale için yine Musiki Muallim Mektebi öğrencilerinden yararlanılır. [3]

15 Ağustos 2014 Cuma

Eylül


Neden sevdiğimi anladım seni ‘Eylül’.

Ilık iklimin, masmavi akan nehirlerin ve kalabalık mevsimlerle çevrilmiş olan koca bir yılın içinde yazın güneşini sona erdiren sensin. Ruh bile bedeni terk edip giderken şu ömür içinde, iki-üç kişilik kalabalığa alışmış olan bana, adeta bir hatırlatıcı gibisin.

14 Ağustos 2014 Perşembe

İntihar Komandolarına Dair Paradoksal Bir Yaklaşım Denemesi: "İnsana Sıfır Değer Sorunsalı"

"Fitne katilden beterdir."
Bakara Suresi[1]

Şunu unutmayın ki, hiç kimse ülkesi uğruna ölerek kazanmamıştır. 
Savaşı ancak başka aptalların ölmesini sağlayarak, kazanabilirsiniz.
General Patton[2]

Afganistan'da yakalanan bir intihar komandosu
İslam Dünyası'nın yüz karası ve kara lekesi...

İslam'a yapılmış büyük bir hakaret ve maalesef İslam'ın temizliğine yakıştırılan ve neredeyse özdeş kılınacak kadar ileri gidilen bir fitne, bir iftira ve bir habis yakıştırma... Müslümanların ise bu konuda sesleri, maalesef ki çıkması gereken kadar yüksek çıkmıyor. Buna cevaz veren, fetva veren ve destekleyen bazı şer odakları da tam ciğerimizde konuşlanmış.

Yazıya girmeden önce "savaşarak can verenler" ile üzerlerine bomba bağlayanların ayrımını okuyucuya kesinkez yapmasını öneririm. Yazıda bahsi geçen intihar komandolarının işaret ettiği kişiler, kesinlikle "savaşan ile savaşırken" hayatını yitirenler değildir. Yazımızda çarşı pazar demeden, camii demeden, masum mücrim, sivil asker demeyen gözü dönmüş fitnecileri kastettiğimin altını çizmek istiyorum.

Peki, kimdir bu "İntihar Komandoları"? Psikopat manyaklar mı? Hayatlarını hiçe sayan toplum düşmanları mı? Yoksa gözü dönmüş sapık katiller mi? Elbette birçok şey söylenebilir. Tek tip "intihar komandosu"ndan bahsetmek oldukça güç olsa da genel hatlar üzerinden yazı içerisinde bir çerçeve çizmeye çalışacağız:

12 Ağustos 2014 Salı

Hitler'in Halk Arabası - Volkswagen

İkinci Dünya Savaşını konu alan filmlerin ve kitapların sayısı her sene artıyor. Bu artış Nazi Almanyası’na ve Hitler’e olan ilginin arttığının kanıtıdır. Elbette Amerikan sinemasının Nazi Almanyası’na ve Adolf Hitler’e yaklaşımı malum. Neticede Hitler’in caniliği tartışılmaz boyutlardadır.[1] 20. Yüzyılın en büyük kitlesel imhalarından tutun, üstün ırk oluşturma gayesi çerçevesinde girişilen işlemlere kadar bir çok hususta bu caniliği teyid edebiliriz. Türkiye’de de Hitler’e ve onun kitabı Kavgam’a karşı günden güne artan ilgi, sosyal paylaşım sitelerinden ölçülenebiliyor. Şimdi gelelim bu yazının başlıktan da anlaşılan konusuna. Şimdi hepimizin ‘kaplumbağa’ yada ‘vosvos’ diye bildiği, model adının üstünde marka adıyla anılan arabalardan ve o efsane markadan bahsedeceğiz. Söz konusu olan marka Volkswagen. Almanca tercümesi halk arabası. Arabanın üretim amacı da adıyla müsemma.

Almanya’da Hitler, her Almanın ya da hiç olmazsa her Alman işçisinin bir arabaya sahip olması gerektiğini düşünüyordu. Amerika da o yıllarda otomobil üretimi ve kullanımı yaygınlaşmıştı. Otomobil kullanımı her beş kişiden biri iken bu oran Almanya’da elli kişide bir idi. Hitler 990 mark -o dönem ki kurla 396 Abd doları[2]- maliyetiyle bir otomobil yapılmasını emretti. Bu araba üç çocuklu bir Alman ailesini rahatça taşıyabilmeli, 100 km de 6 litre benzinden fazla yakmamalıydı.

11 Ağustos 2014 Pazartesi

10 Ağustos Ne Hatırlattı - Boykot ve 1979 Ara Seçimleri

Türkiye Cumhuriyeti, nihayet ilk kez halkın katılacağı cumhurbaşkanlığı seçimini yaşadı. Recep Tayyip Erdoğan[1] geçerli oyların %51,71'ini alarak ilk turda seçimi kazandı. Erdoğan'ın oyları 20.533.166 olarak belirlendi. Çatı aday Ekmeleddin İhsanoğlu %38,56 oy oranı ile 15.311.386 oy aldı. Üçüncü aday Demirtaş ise %9.72, 3.860.887 oy ile seçimi tamamladı. 

Rakamlara bakıldığında seçimin neticesine en büyük tesir eden şey, seçmenin boykotu oldu. Sadece bir kaç parti resmen boykot kararı almıştı aslında ama seçmenin sandığa teveccüh etmeyerek sessiz bir göndermede bulunduğu anlaşılmakta. Gerçekçi olmak isterseniz seçime en büyük etkiyi eden bu boykotun haklı haksız bir çok sebebi vardır.Şimdi bakalım bu boykotun rakamlar ile ifadesi ile ve 45 sene önceki bir başka boykotun öyküsüne bakmaya.

8 Ağustos 2014 Cuma

Çağhan Sarı - İslamiyet Öncesi Türklerde Evlilik Geleneği Hakkında

Tarihin en eski kavimlerinden olan Türklerde aileye verilen değer, Türk toplumunun güç kaynağı olmuştur. Türk toplumunda oguş adı verilen çekirdek aile ile tabir edilen anne baba ve çocuklardan oluşan aile tarih boyunca yer almıştır.[1] Dağınık, hayvancılık eksenindeki yaşam onların kümeler halinde bir arada yaşamalarına engeldi. Küçük aile nizamında yaşadıkları için daha hür bireyler olarak teşkil oluyorlardı.[2] Eski Türk ailesine yönelik bilgileri arkeolojik kazılarda elde edilen buluntular, anıtlar, tabletler ve mezarlardır. Devrin ilerlemesi ile de seyahatnameler, kararnameler bilgi kaynakları arasına girmektedir. 

7 Ağustos 2014 Perşembe

Çağhan Sarı - Atatürk'e Dair

İki yıl önce bir sosyal paylaşım sitesinde yazmış olduğumuz bu Atatürk yazısını burada yayınlıyoruz. Ufak bir kaç düzeltme ve ekleme yapılmıştır. Yazı içerisinde yer alan bilgiler hakkında daha çok detaya ulaşmak isteyen okuyucularımız için bir de kaynakça bölümü eklenmiştir. 

 Atatürk, Saygıyla Değil Sevgiyle Anmak 

Aslında bu yazının özeti sayılabilecek bir paragrafı, onun ölüm yıl dönümünde yazmıştım. Ben Atatürk’ü çok seviyorum. Yetiştirilmemden midir yoksa çocuk yaşta tarih merakımın çemberinden midir bilmiyorum. Bazı insanlar tarihte liderlerine sevgi beslemişlerdir. Bende de o sevgiden var mı diye düşünüyorum. Ama ona olan sevgim siyasi fikirlerime hatta onun da üzerinde gündelik politikanın kirli polemiklerine, iğrenç çıkar çarklarına karışmıyor. Nitekim siyasi etiketlenme tabiri ile etiketlendiğimiz süreçte Kemalist diye etiketlenenlerle pek anlaşamıyorum. Sade sevginin tesiri ile yazıyorum bu satırları. Biraz önce Sarı Zeybek Belgeseli yayınlanıyordu ve izlerken yine ağladım. Tıpkı 7-8 yaşlarımda ağladığım gibi. Ben her 10 Kasım’da ve yılda bir iki kez yolum düşen Anıtkabir’de ona dua ediyorum. Nitekim sevdiğimiz ölünce onun arkasından dua okunur. Ben onu saygıyla anmıyorum. Saygıyla anıyoruz diyenleri yadırgıyorum. Saygı bize ilkokul sıralarında bile bir nezaket gereği sevmeseniz de saygı duyun olarak öğretilen bir duygu idi. Anılan bir insan ölü ise zaten SAYGI şarttır bildiğim kadarıyla İslam dininde. Ötesinde anılıyorsa saygı elzemdir yine...